Cumartesi, Temmuz 23, 2016

Someday my prince will come!

Dün gece Miles Davis'in hayatından önemli bir kaç kesiti anlatan Miles Ahead filmini seyrettim. Film bir yandan Miles Davis hakkında bir çok yeni şey öğrenmeme vesile olurken, öte yandan çok hoş bir sinema tadı bıraktı damağımda. Film belgesel ile kurmaca arasında, dünle bugün arasında, mutluluk ile üzüntü arasında, aşk ve özlem arasında, Davis'in müziğinde olduğu gibi süreki geziniyor. Bu gezintiye Davis'in hikayesi ve müziği eşlik ediyor. Film Davis'in Frances Taylor ile aşkı etrafına dolaşıyor. 1937 Disney yapımı Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'den  aynı isimli albumünde uyarladığı Someday my prince will come şarkısı zihnime dolandı. Sabah uyanır uyanmaz, sabah kahvesi ile ilk Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'i seyrettim. Sonra bir kaç deva albumü dinledim. Sonra gitarı aldım elime, Dave's Guitar Planet'deki açıklamalar ile şarkıyı çalmaya calıştım. Simdi de blog postu yazıyorum. Anlaşılan bu hafta sonu böyle geçecek.  

Cumartesi, Kasım 29, 2014

Hannoversch Münden ve Weser Rönesansı

Weser rönesansı orta Almanya'da bulunan Weser nehri etrafındaki kasabalarda yoğun olarak rastlanan bir mimari form. Fotografta görülen bina Hannoversch Münden kasabasının belediye binası. Weser rönesansının önemli örneklerinden biri. Geçtiğimiz ay Rabia'nın doğum günü için ufak bir tatil planladık. Hannoversch Münden'den başlayarak Weser kıyısındaki kasabaları turladık. 16. yüzyıldan kalma ahşap yapılar ile dolu kasabalar. Yolu o tarafa düşen herkese en azından bir günlerini ayırıp, Weser kısıyındaki bir kaç kasabayı gezmelerini öneririm.

Cuma, Ağustos 08, 2014

Küçük bahçe geleneği

Küçük bahçeler Braunschweig'a taşındığımızdan bu yana sağda solda sürekli gözümüze çarpıyordu. Önceleri tam anlayamadık. 500 metrekare civarı, içlerinde şirin kulübeleri olan bir sürü bahçenin olduğu bölgeler vardı. Sonrasında öğrendik ki kücük bahçe (de. Kleingarten) işinin kökleri bu geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. Temelde şehir yaşamındaki insanı doğa ile buluşturmayı hedefliyor. Bu sayede insanlar bir yandan ihtiyaçları için sebze ve meyve yetiştirirken, bir yandan da apartmanların arasından çıkma şansına sahip oluyorlar. Küçük bahçelerin arazileri genelde şehre/belediyeye (de. Stadt) ait. Belediye bu arazileri kiralamak üzere derneklere (de. Verein) tahsis ediyor. Dernekler de cüzi bir ücret karşılığı, belirli kuralları işleterek bahçeleri kişilere kiralıyor. Küçük bahçe arazileri olarak genelde şehrin etrafındaki demir yolu veya otoyol kenarları seçiliyor. Bizim şehrimizde toplam sekiz bin adet küçük bahçe var.  Bahçe büyüklükleri 300 ile 700 metrekare arasında. İçinde 30 metrekareye kadar bir bağ evi yapmaya izin veriliyor. Bunun yanında bu araziler üzerinde rant sağlanmaması dikilecek domatesin, biberin sayısı kurallara bağlanarak engelleniyor.
Aklımızdan acaba biz de böyle bir bahçeye sahip olabilir miyiz diye geçiriyorduk fakat bir yandan Alman bürokrasisinden çekiniyor, öte yandan da bu işi nasıl yapacağımızı bir türlü bilemiyorduk. İş yerinden yine benim gibi Post.Doc. bir arkadaşımız bizden önce bu işe girişince, bize de ön ayak oldu. Onun tecrübelerinden faydalanarak biz de kendimize güzel bir bahçe bulduk. Geçtiğimiz ay da bahçeyi devraldık. Bahçemiz evimize yürüyerek 45 dakika mesafede, Lünisch gölünün kenarında. İlk işimiz kendimize küçük bir sebze yatağı hazırlamak oldu. İki hafta önce de turp, havuç, salatalık, alabaş, fasulye, roka, maydanoz, dereotu ve çilek ektik. Bahçecilik hakkında hiç bilgimiz yok. Bol bol netten okuyoruz, youtube seyrediyoruz. Sonra da gidip anladığımızı uyguluyoruz. Maceralarımızı bloğa yazmak için ilk başarılı sonuçlarımızı bekliyoruz. 

Salı, Temmuz 29, 2014

Karavan ile Kısa Bir Avrupa Turu

Avrupada olup karavancılara hayran kalmamak elde değildi. Biz de meyilliydik hani. Daha anadolu lisesi hazırlığı yeni bitirmiştim yanlış anımsamıyorsam. Bozulmuş olan karavanlarını tamir ettirmek için yoldaki ilk kasabada duran yaşlı Alman çiftin ne dediklerini anlamayan tamirci, İngilizce biliyorum diye beni çağırtmıştı. O vakit hayran kalmıştım karavan mevzusuna. Yıllar yılları kovaladı, bu yaz bize de Alman turist olma yolu gözüktü. Mevzu karmaşık. Bir yanı az da olsa aşina olduğumuz kampçılık kültürü, öte yanı karavanın kendisi. Nereden, nasıl kiralanır? Nerede kalınır? Elektriği, suyu, tuvaleti, banyosu, ocağı, hepsi ayrı bir dünya. Oğuz cesaretlendirdi beni. Oturup güzel bir rota çizdik. Braunschweig'dan çıkıp Amsterdam, Zeeland, Brugge, Paris, Lüxemburg ve Götingen üzerinden dönüş. İş yerinden yılların karavancısı arkadaşım Olaf'ın çok desteğini gördük. Rotayı belirlerken, kampinglerine karar verirken, karavan tipini seçerken hep fikrini aldım. Kimyasal tuvalet ne ola ki? Buzdolabı gazla çalışıyor derken? Gri su mu, o da nesi? Ben sordum o anlattı.
Teori bir çırpıda bitti, bir sabah Oğuz'la kendimizi Harms oto kiralamanın önünde bulduk. Meret beklediğimizden de büyüktü. Alman disiplini ile yaklaşık 2 saat bize karavancılığa giriş dersi verdiler. Şaka değil, birer birer karavan tüm özelliklerini ve nasıl kullanmamız gerektiğini anlattıktan sonra, bize her şeyi tas tamam ve çalışır bir şekilde teslim aldığımızı anlatan bir kağıt imzalatıp, karavanımızla baş başa bıraktılar. İlk 10 saniye bu 3.5 ton aleti ilk kim kullanıp eve götürecek diye birbirimize baktıktan sonra, Oğuz cengaverce bu sorumluluğu aldı. İlk yurt dışında araç kullanma deneyimi beklediğinden çok daha eğlenceli geçti. Usul usul eve yanaştık. Eşyaları yükleyip düştük yollara. Sonrası bolca deneyim oldu.  İlk yarım saat sonunda 100km/s üstünde gidilemeyeceğini öğrendik. Meret hızlandıkça çok gürültü yapıyor. Ama uygun hızda gemi gibi arkadaş. O ne keyif öyle! Önü ayrı, arkası ayrı keyifli. İlk gece (ilk fotograf) bazı arkadaşlar fırtınada suya uçma endişesi ile uydular. Ama sabahlar kamp yerleri insana nasıl bir enerji veriyor. Herkesle birlikte güne başlaman ne güzel! İkinci gün hava 10 dereceye düşünce karavanın ısıtma sisteminin arızalı olduğunu keşfettik. Teslim alırken hava 30 derece olduğu için dikkat etmemiştik. Allahtan güneye inince gerek kalmadı. En güzelinden, vasatına, her çeşit kamp yeri gördük. Genel kanım internetteki görüşlerin yol gösterici olduğu yönünde. Amsterdam icin Camping het Rietveen'i, Paris için Camping le bleau Village'yi, Lüxemburg için de Camping Alzingen'i öneririm. Hepsinin yerleri de tesisleri de güzeldi. Lille'de, piyangodan kaldığımız Camping du Grant Sart'ı ise tavsiye etmem. Biz gecelemek için kaldık. Sabahında da hemen yola düştük. Oldukça bakımsız bir tesis. Toplam bir haftada 2500km yol yaptık. Enfes şehirler gezdik, harika manzaralar geçtik. Ama en keyiflisi sabahları karavanda yaptığımız kahvaltılardı. Bir sonraki karavan maceramızı iple çekiyoruz. Niyetli olanlara şiddetle tavsiye edilir.

Cumartesi, Ekim 19, 2013

District 9, Geç kalmış bir yazı

Geç kalmış, tam 4 sene gecikmiş olan bir işi yaptım dün. District 9'u seyrettim. Film ne kadar güzelmiş!  Belgelsel formatındaki anlatım, baş rol oyuncusu Sharlto Copley'in performansı, dijital yaratımların başarısı ve hepsinin üstüne ince ince Afrika ırk ayrımcılığı tarihine göndermeler. İnsanın en büyük korkusu ötekileştirdiğine dönüşmek, filmde ötekine, yaratığa dönüştükçe insanlaşan Wikus. Siz de benim gibi yıllardır seyretmediyseniz, beklemeyin, bir fırsatını yakalayıp seyredin!

Salı, Eylül 10, 2013

XBMC ile geç kalmış bir tanışma

2009 yılında evlenmeden hemen önce almıştım Asus marka ev sinaması bilgisayarımızı (HTPC - Home Theater PC). Sonrasında Apple TV felan da aldık ama bir türlü kendisinden vazgeçemedik. Nitekim Almanya'ya taşınırken de çantamıza attığımız gibi getirdik. Kıymetli derken aman yanlış anlaşılmasın, paraca değil. Kendisini evlilik arefesinde biriken puanlarla edinmiştik. Üzerinde 900MHz Celeron işlemci, 1GB Ram, 80GB da disk var ama insan televizyonuna bilgisayar bağlı olmasına bir güzel alışıyor. Yıllar geçtikçe beklenen oldu, XP güncellemeleri, browser güncellemeleri, flash güncellemeleri derken 8tracks'den müzik dinlerken yeni bir tab açamaz olduk. Almanya yolculuğu öncesi ailenin bilgisayarcı erkekleri üstüne çöreklenip upgrade'e kalkıştık fakat neçar, ASUS bizim gibi üç çapulcuya pabuç bırakmadı ve hevesimiz kursağımızda kaldı. Öyle paketlemişler ki mereti zor topladık.
Ben de bu hafta sonu ne zamandır aklımdakini yaptım ve üstüne lubuntu kurdum. Sistem rahata erdi. Chrome canavar gibi çalışmaya başladı. Bende başladı bir karın ağrısı. Almanya'daki internet sağlayıcımız 1und1'ın verdiği modem sayesinde eve sonunda bir NAS (Network Attached Storage) kurmuşum, içinde her format müzik, video, resim var. Ne yapsam da sistemi yormadan şöyle en hafifinden her codec'i olan, UPnP (Universal Plug and Play) destekleyen bir yazılım bulsam derken işyerindeki gruptan arkadaşlar XBMC  önerdiler. Ben nedense yıllardır bir soğuktum kendisine. Pek yanılmışım. Kolayca kuruldu, tüm codec'ler tas tamam, kullancı arayüzü cok güzel, pluginler kullanışlı. İki gündür NAS üzerinden flac dinleyip, üstüne radyo çalıp sonrasında bir divx açıp altyazıları online indiriyorum. Yapanların ellerine sağlık...

Pazartesi, Ağustos 19, 2013

Başka Bir Ülkeye Taşınmak

Mayıs ayının sonlarında ateş bacayı sardı. Almanya'da havacılık ve uzay alanındaki devlerden birinde bir pozisyon almış olmanın heyecanı bir yanda, öte yanda ise nasıl olacak da 1 Agustos'ta işe başlayabileceğim kaygısı vardı. Bugün, işe başlamamın üzerinden 10 gün geçmiş ve en son bu sabah evdeki son kartonlardan da kurtulmuş olarak, şunu söyleyebilirim ki; bu taşınma işi ilk düşündüğümüzden çok daha meşakkatli bir şeymiş. O kadar çok iş çıkıyor ki birbiri arkasına, klasik proje yönetimi teknikleri işlemez oluyor. Yok efendim o adım şuna bağlıymış, şunu şu zamana yetiştiremezsek biteriz. Bunlar tamamen kifayetsiz.
Temmuz'un son haftası "Mission Impossible" ile Ankara-Hannover uçuşumuzu yaptık. Budget'tan kiraladık diye geldiğimiz arabayı Avis'den Avis fiyatı ile teslim alınca hah dedik başlıyoruz. Kısa ve acısız Braunschweig'a ulaşıp otelimize yerleştik. Otele yerleşirken (3 büyük 2 küçük bavul ile ister istemez) Braunschweig'a taşındığımızı ve ev aradığımızı anlattık. Otelin oda fiyatından hallice apartman dairesi kiralaması biraz içimizi rahatlattı.
Ertesi gün ilk ev randevumuz için güneyde bir mahalleye gittik. Sabah 11 idi yanlış anımsamıyorsam. Türkiye'deyken telefon ile randevu almıştım. Saat 11:15 oldu gelen giden yok, Türkiye telefonlarımızdan aradık elimizdeki numarayı. Karşımızdaki teyze net bir dille "Die Wohnung ist weg!" - Ev gitti! diyerek bizi hüsrana sürükledi. Döndük şehre, ilk iş bir cep telefonu hattı almak oldu. Dersimize çalışmıştık, Türkler için satılan Ay Yıldız hattını bulmuştuk. Sonra da çok anlıyormuş gibi bir Brauschweiger Zeitung aldık. Sağolsun Nilay hocam iyi öğretmiş, ev ilanlarını anladık. Gözümüze kestirdiklerimizi aramaya başladık. Sadece bir tanesi İngilizce konuşuyordu ve sadece ondan ertesi güne randevu almayı başardık.
Öğleden sonra soluğu işyerimde aldık. Bir yandan evrakları teslim ettik, bir yandan da bundan sonra ne yapmamız gerekiyor diye ardı arkasını bir sürü soru sorduk İnsan Kaynaklarına. Sonuç olarak anladık ki ev tutmadan hiç birşey olmuyor. Sonra yabancılar dairesi, banka, sigorta, vergi dairesi diye gidiyor. Sonrasında Simulasyon Merkezine ekiple tanışmaya gittik. Birer kahve, biraz sohbet, sonrasında Simülatörler ile bir hoş geldin turu attık. A320'yi güzel güzel indirebildim fakat helikopteri yerden yere vurdum. Rabiş ise şaşkınlık içindeydi.
O akşam aynı enstitüde bir kaç senedir çalışan Mehmet ile buluştuk. Mehmet de bize burada kiracının ev değil, ev sahibinin kiracı seçtiğini söyledi. Ertesi sabah ütülü cicilerimizi giyip, işyerinden yeni aldığım personel kimliğimle çıktık müstakbel ev sahibimizin önüne. İşte o an şansımızın döndüğünü anladık. Ev sahiplerimiz yıllarca farklı ülkelerde yaşamış, üs düzey yöneticilikten emekli şirin mi şirin insanlar. Bu 1500lerden kalma binayı satın alıp renove etmişler, kiralıyorlar. Evi çok beğendik, zannedersem ev sahiplerimiz de bizi beğendi ve biz o akşam kontratımızı yapmıştık. Kontrat şerefine ev sahiplerimiz bize yemek ısmarladılar. Eksiğimizi gediğimizi sorup, Ikea'dan eşyalar gelene kadar uyumamız için şişme yatak vermeye karar verdiler.

Yabancılar dairesi pürüzsüz geçti. Sağlık sigortamızı yaptırdık, banka hesabımızı açtırdık. 1und1'de internetimizi aldık. Bu sırada kah İngilizce kah Almaca kah tarzanca olmadı Türkçe işimizi halletik. Sonrasında Ikea mesaimiz başladı. Ne gidip geldik arkadaş! Sonunda alacaklarımızı seçtik, araba ile taşıyabileceğimiz ilk grup için kasaya yanaştık. Şok şok şok! Kredi kartı geçmiyor! Nasıl yapacağız diye sordum, atm'yi gösterdiler. Girip nakit çekip ellerine saydık. Sonra da bu alışkanlığımız sürdü. Almanlar kazanmadıkları parayı harcamıyor. Nasıl bir mali disiplindir bu? Media Markt, Saturn'den Edeka gibi küçük süpermarketlere kadar herkes nakit çalışıyor.
Sonrası bol bol vida sıkmaca. Burda hakikaten iş gücü pahalı herhalde. Kendi işini yapmak pek moda. Yatak odası için 100 Avroya aldığımız halıyı döşemek için 50 Avro isteyince çok şaşırdım. İş yerindekiler hemen uyardılar herkes kendi halısını kendisi döşer diye. Youtube sağ olsun. Biz de döşedik.

Tavsiyelere uyarak bisiklet almaya bit pazarına gittik. Şansın bize güldüğü bir andı, Doğu Almanyanın ünlü bisiklet markası Diamant tarafından yapılmış, tam anlamı ile "vintage" bir bisiklet denk geldi. Pazarlıklar ile 40 Avroya anlaştık. Sonradan seri numarasından takip ederek 1985 yapımı olduğunu keşfettiğim bisikletimle 4 gün işe gidebildim. Sonra ilk ağır arızasını verdi. Şu sıralar yeni (yep yeni) bisikletlerimizi aldık, gelmelerini bekliyoruz. Diamant da bir proje haline geldi ve tamir edilmeyi bekliyor. Bu proje için bol bol youtube izleyip, kitap okuyorum. Tamir maceramdan eminim başka bir blog yazısı çıkacaktır.
Eve yerleştik, Türk marketlerini keşfedip çaydanlığımızı, beyaz peynir ve sele zeytinimizi aldık. Mahallemizin güzel fırınlarını keşfetmeye başladık. Haftada iki evin dibinde kurulan pazarı ziyarete de başladık. İşler rutine girdikçe taşınma işinin artık tamamlandığını hissediyoruz. Tam bu anda işte olanları bloga yazmanın zamanıdır dedim.