Pazar, Ocak 28, 2007

Dışarda kar yağıyor...


...dışarda
kar yağıyor hava
çelik bir ustura gibi soğuk

"hava çelik bir ustura gibi dışarda kar yağıyor zemherinin en acımasız günleri dışarda kar yağıyor öyle masallardaki gibi incecikten ya da lapa lapa değil döne döne buram buram dışarda kar yağıyor hava ustura gibi soğuk minicik elleriyle üşümüş ayaklarını ovuşturan çocuk geceleyin araba vapurunda ürkek gözlerle biletçiyi kolluyor dışarda kar yağıyor morarmış ellerini ısıtmaya yetmiyor nefesi kimi kimsesi gidecek bir yeri yok dışarda kar yağıyor sırtında paltosu yok dışarda kar yağıyor ayağında pabucu yok dışarda kar yağıyor hava soğuk çok soğuk çok bugün yılın bir çocuk günü olabilir bu yıl dünya çocuk yılı olabilir onun bunlardan haberi yok üşümüş acıkmış sıcacık bir çörek gibi güneşi düşlüyor sevilmemiş bilinmemiş unutulmuş dışarda kar yağıyor"
Ünol Büyükgönenç

Cuma, Ocak 26, 2007

Bir makale taslağı daha hazır...

Makale yazmanın en sevdiğim anı bu. İlk tam taslağı bitirdiğim an. European Conference on Modelling and Simulation 2007 için hazırladığımız makalemizin de ilk taslağı yenice bitti. Bunda sonrası düzeltmeler. Neyse efendim saatlerin sabaha doğru hızla devrildiği şu saatte, uyku vakti gelmiş, hatta çoktan geçmiştir...

Çarşamba, Ocak 24, 2007

Günlerimiz...

Savrulan yapraklar gibi
Akıp giden günlerimiz
Cenaze törenlerinde
Sessiz sitemsiz

Toprağın bol olsun İsmail Cem

Makarnanın Öyküsü

2 Kişi için Malzemeler:
Bir bardak un
Bir yumurta
Az sıvı yağ, az tuz
Yapılışı:
Malzemeler ile makarna hamurunu hazırlayıp bir güzel yoğurunuz.
Bir saat kadar hamuru dinlediriniz.
Dinlenmiş hamuru merdane ile kartpostal kalınlığında açınız.
10-15 dakka açılmış hamuru dinlendiriniz.
Açılmış hamuru rulo yapıp, 5 mm kalınlığında doğrayınız.
Herbir ruloyu elinizle özenerek açınız ve makarnanızı bir saat kadar kurumaya bırakınız.
Daha sonra makarnalarınız kaynamış suya atıp 5 dakkika pişirdikten sonra süzüp, sıcak su ile durulayınız.
Son olarak pişen makarnalarınız sıcak bir kaba boca edip, dilediğiniz yağ, baharat ve soslar ile zenginleştiriniz.
Afiyet olsun.
NOT: Tarifi de kafadan yazabildiğime göre artık bir makarna ustası sayılabilirim. He he :)

Masala inanmayan gerçeğe inanır mı?

Murathan Mungan'ın Lal Masallar kitabını okuyorum. Bloga iki satır karalamak için sonunu bekleyemedim kitabın. Çok beğendim, bir an önce paylaşmak istedim. Kitap şiirsel, ahenkli bir dil ile sevda masalları anlatıyor. Masalları ayrı güzel, anlatımı ayrı. Bir yandan gelenekselin tadını sunarken masallar, bir yandan çağdaşınız gibi sorular soruyor size.
Kitabın galiba en etkileyici bölümü şu;"Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler, masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler sanki hakikati bilirmiş gibi. Sanki hakikatin sırrına ermiş gibi. Masala inanmayan gerçeğe inanır mı?". Siz ne dersiniz?

Salı, Ocak 23, 2007

Web2.0, neden blog yazıyoruzun devamı...

Radikal İki'de Fulya Apaydın'ın yazıdığı İmdat yazısı ile başlayan "Blog yazmak iyi birşey midir?" tartışması, geçen hafta gene Radikal İki'de yayımlanan İmdat Değil Yaşasın! başlıklı yazı ile devam etmişti. Geçen haftaki yazıda ilk defa Web 2.o telaffuz edilmiş ve Habermas'a atıfta bulunulmuş ve konu biraz daha akademik bir düzleme çekilmişti. Ama hala karşımızda biz sosyalbilimci olmayan fanilerin anlamasına müsade eden bir yazı vardı. Bu hafta tartışma aynı hızı ile devam ediyor. Radikal İki'de bu hafta yayınlanan yazının adı İnternet ve Proleter Kamusal Alan. Yazı benim anladığım kadarı ile web2.0 olayının yaşasın denecek bir tarafı yoktur demeye çalışıyor fakat içindeki atıflardan ana fikri seçmek oldukça zor. Okuyun, size de hak vereceksiniz bana. Misal ben Oscar Negt, Alexander Klug, Hansen, Fraser isimlerini ilk defa bu yazıda duydum.

Pazar, Ocak 21, 2007

Pazar keyfi...

Pazar keyfi mi demiştim? Muffinlerim fırından çıktı, kahvemi yaptım. Deymeyin keyfime. Taze baklamı pişirdim. Makarna için hamur yoğurdum. Kendileri dinlenmekteler. Akşam için de taze makarna yapacağım. Becerebilirsem. Pazar günü, mutfak günü, en sevdiğim gün :)

Yazılım Dünyasından Bloglar

Yazılm dünyasından iki tane sürekli takip etmeue çalıştığım blog var. Bunları yan tarafta bağlantılar listesinde görebilirsiniz. Joel Spolsky ve Eric Sink. Erik son yazısında beni okuyorsanız, muhtemel şu blogları da düzeli okuyorsunuzdur demiş. O bloglardan bazılarına daha önce denk gelmeme rağmen hiçbirini düzenli okumuyorum. Madem Erik okunası diyor, en azından linkerini bir kenara kaydedelim de unutmayalım. Mike, Steve, Jeff, Ian, Scott, Roy, Dharmesh, Larry.

Cumartesi, Ocak 20, 2007

İki film ile Amerika'dan kesitler

Amerikan hayat tarzı deyince, bize sürekli Holywood filmlerinde sunulan, bol ışıklı, bol kahramanlı, bol bayraklı, jan janlı modele karşı genel bir antipati sahibiyiz. İster istemez dünyanın şu anda içinde yaşadığı durumu, Irak'ı, Afganistan'ı, Somali'yi Amarikan hayat tarzı ile ilişkilendiriyoruz. Yalan mı? Yok hayır bir antipatimiz yok ise genelde bir haranlığımız oluyor, büyük arabalara, büyük evlere, büyük porsiyonlara.
Bir de Amerika'da sadece nüfus sayımlarında adam yerine sayılan milyonlar var. Pazar kahvaltılarına ailecek IHOP'a gidenler, akşam yemeklerinde 3. sınıf dinner'ı dolduranlar. Garip ilgi alanları ile bir ömür oyalananlar.
Geçen hafta içinde Little Children ve Fargo'yu seyrettim. İki film de bildiğimiz kahraman Amerikalılar dışında karakterlerle doluydu. Little Children'da ki park planındaki kadınlar, oğluna nashiat eden yaşlı anne, okuma kılübündeki yaşlı teyzeler. Ne muhabbeti yapıyorlardı parktaki kadınlar, anımsayın;
biri: "Gecen gün seks yaparken uyuya kaldım, çok utandım. "
diğeri: "Oh tatlım üzülme her zaman olabilir bu"
yine biri: "Ama kocama anlattğımda farkına varmadığını söyledi"
öteki: "Biz bu soruna çözüm bulduk. artık salıları saat 21,00 de sex yapıyoruz"
Fargoda da kadın polise bayıldım. Kocası ayrı bir değişikti. Pullar için resim yapan, buz tutmuş gölde balık tutan, sabahın köründe kalkıp karısına yumurta pişiren değişik insan. Fargo tabi ki Little Children'a göre bambaşka bir filmdi. Karakterlerin hepsi karikatör gibiydi fakat genede temelde sunulan karikatör Amerikan orta/alt gelir grubunu temsil ediyordu.
Neyse efendim, hayranlık ve nefreti bir yana bırakırsak, evet, bizden farklı yaşanan hayatlar, algılanan dünyalar var. Bu hayatın farlılıklarını, zenginliklerini kah sinemanın büyüsü ile filmlerden, kah gittiğim zaman tanıştığım insanlardan anlamaya çalışıyorum. Başka olanı keşfetmek güzeldir ya.

Çarşamba, Ocak 17, 2007

Google SketchUp...

Şamil bir yazı yazmış Google SkechUp ile ilgili. Ben de merak edip indirdim. Arada bir hakikaten lazım oluyor. 3 boyutlu veya 2 boyutlu olsun Paint'de mi çizsem, ya şimdi AutoCAD ile kim uğraşır, yok bir de PaintShop Pro mu vardı derken her seferinde karın ağrısı oluyor çizmek istediğimiz skeçler. Google'lın derdi iki sörf yaptığım kadarı ile sadece kolay çizilecek bir araç yaratmak değil aynı zamanda çizilen modelleri paylaşacak bir de ortam sağlamak. İnsanlar koyulmuşlar çalışmaya. Ünlü binaları çizenler mi ararsınız, kendi evini çizenler mi, paylaşmaya başlamışlar çizdikleri skeçleri. İzleyelim bakalım bu işin sonu nereye gidecek. Ben mi? Ben sadece iki duvar üç pencere bir de sofa koydun skeçime. Buyrun.

Salı, Ocak 16, 2007

İmdat değil yaşasın!

Bu Pazar Radikal İki'de Fulya Apaydın'ın yazıdığı İmdat yazısına İmdat Değil Yaşasın! başlığı ile bir cevap yayınlandı. Yazı blog yazma işine başka bir pencereden bakıyor. Tavsiye olunur.

Cumartesi, Ocak 13, 2007

Cygwin, betik dilleri ve Gebze yolculukları...

Ulusoy ile yapılan Gebze yolculuklarının her birinde isteyip de bakmaya zaman bulamadığım teknolojiler (oyuncaklar) ile oynama fırsatı veriyor bana. Malum 5 saat git, 5 saat gel. 10 saat de güzel bir mesai :). Ben uzun zamandır Total Commander fanıyım. Total Commander, Norton Commander, Windows Commander geleneğinin son temsilcisi olan bir file browser. Windows Explorer'a göre üstünlükleri saymakla bitmez. Kesmesi, yapıştırması, arama yetenekleri, multi rename'i ile yıllardır gönüllerimize taht kurdu. Zannedersem üç sene oldu, iş yerinde bir proje vesilesi ile ilk kez yıllarını unix'e vermiş, unix shell'lerinde harikalar yaratan, vi'da kod yazan, shell'den debug eden insanlar ile tanıştım. Unix dünyasının scripting'e -betik dillerine- olan yetenekleri beni çok etkilemişti. O zaman bu zamandır, ufak ufak ben de bulaşmaya başladım betik işine. Önce biraz shell scripting, bash olsun cshell olsun derken geçen sene miydi biraz da Python bakmıştım. Sonra gene bir proje vesile ile beraber çalıştığımız başka bir kurmdan arkadaşların Windowslarında unix shell'leri kullandıklarını farkettim. Cygwin. Evet dedim artık Windowsumdan vazgeçmeden unix'in gücünden faydalanma günün yakındır Umut. Evet Total Commander muhteşem ama bir yaptığını bir daha yapmak istediğinde senin için yapıvermiyor. Ama bu tekrar tekrar yaptığım işler için betikler yazarsam bunları müteakip seferler rahat rahat kullanabilirim. Laptop'a kurdum Cygwin'i. Gel zaman git zaman üç beş bash betiki yazdım, anlıyorum iş ilgi istiyor. Hem betik dillerinde rahat olacaksın, hem yazdıkça elinde birikecek kod ki copy paste ile daha kolay hızlı yeni işler yapacaksın. Dedim Umut fırsat bu fırsattın, bash cshel l iyi hoşta bak alem Python diyor, Perl diyor, Ruby diyor, bunlara bir baksan. Bu Gebze seyahatimi fırsat bilip bu dillere baktım. Örnek kodlar yazım hanginin benim ağız tadıma uyduğuna karar vermeye çalıştım.
Burda uzun uzadıya bu dillerin karşılaştırmasını yapmak istemiyorum ama kısaca üçü de hemen hemen (ortalama bir kullanıcı için) aynı yeteneklere sahip. Geriye de ağız tadı, estetik falan kalıyor. Perl'e şöyle bir baktım, tam hacky. Karman çorman bir syntax'i var. Anladım ki C++ için yanıp tutuşanların pek seveceği bir betik dili. Benim hastalığım ise C++ değil ADA95 ki ADA95 okunmak için tasarlanmış bir dildir. Yazdığım her ADA koduna hayran oldum şu ana kadar. Çok güzel, çok okunaklı geldi bana. C++ ile kodlamaya ADA'dan sonra başladım. C++ bir çok yönüne hayran kalmak ile birlikte hala syntax'ini sevemedim. Bu durumda Perl bana göre değil. Geriye Python ve Ruby kaldı. Ruby pure object oriented bir dil. Python'a göre daha yetenekli gözüküyor ama ben sadece altı üstü 20-30 satırlık betikler yazabileceğim, sonradan baktığımda anlamak için zorlanmayacağım bir dil arıyorum. Dil de yetenekleri arttıkça beklendiği üzere öğrenmesi zorlaşıyor. Karmaşıklaşıyor. Python hem biraz daha okunaklı olması hem prosedürel programlamaya izin vermesi nedeni ile benim birincim oldu. Tabi kararımdaki en büyük etki duygusal. Üçünde de ufak kodlar yazdım, kendimi en çok Python yazarken rahat hissettim. Şimdi sıra dile biraz daha haim olmaya geldi. Yolda ADA kodlarını okuyup, kod metriği toplayan betikler yazdım. Yok efendim kaç satır kod var, kaç satır comment var, yok kaç tane if var. Çalışmaya (yeni oyuncağımla oynamaya) devam.

Pazar, Ocak 07, 2007

Blog yazmak üzerine


Radikal İki'de bugün çıkan İmdat! başlıklı yazı ve yazının sordukları üstüne biraz düşünmek ihtiyacı hissettim. Brown University'den Fulya Apaydın kaleme almış yazıyı. Bakın ne diyor?
Herşeyi ama herşeyi gösteriyoruz. Pişirdiğimiz yemekleri, büyüttüğümüz çocukları, dizdiğimiz boncukları, karımızı, kocamızı, sevgilimizi, yediğimizi içtiğimizi, gezdiğimizi, eğlencelerimizi, dostluklarımızı, kutlamalarımızı, düşündüklerimizi, isteklerimizi, arzularımızı, hayalkırıklıklarımızı... Her şeyi ama herşeyi... Herkesin elinde kendi isteği ile edindiği bir büyük birader gözü, sadece kendimizi gözetlemekle kalmıyor, başkalarının da bizi gözetlemesini istiyoruz. Üstelik göstermek istediklerimizi, başka gözelerin onları görmesini istediğimiz bir biçimde üzerinde oynadıktan sonra piyasaya sunuyoruz. Başka bir deyişle, başkalarının beğenisini önceden hesaplıyor, ona göre kelimeleri, görüntileri ve sesleri seçiyoruz.
Merak diyorum da, eskiden insanlar gözetlemeye ve gözetlenmeye bu kadar hevesli miydi? Birkaç yüzyıl evvel dijital kameralar yahut webloglar yoktu, evet. Fakat buna benzer bir gösteri mekanizması orta sınıfın hayatına bu denli hakim olmuş muydu hiç? Kafamda pek çok soru var. Neyi göstermeye çalışıyoruz? Neyi kanıtlamaya çalışıyoruz?
.....
Ben hep olumlu tarafından baktım blog işine. Eskiden dedim kendi kendime yazarların günlükleri kıymetli idi. Neden? Onların günlüklerinin hem sanatsal hem de ticari bir değeri vardı, basılıyordu satılıyordu da ondan. E iletişim artık daha otonom. Bağımsız. Herhangi bir üretinizi, yemek olur, boncuk olur, sevinciniz olur, hüznünüz olur, birileri için ne ticari ne de sanatsa bir değer ifade etmesine gerek kalmadan yayınlayabiliyorsunuz. Bu üreti ve yayın zenginliği getiriyor ki, bu aralar bir çok bilgiye ya bloglar üzerinden yada gene bağımsız olarak işetilen wikiler üzerinden ulaşıyoruz. Ekşi sözlük sevmeyenimiz wikipedya sever, blogger'a kızan myspace'e koşuyor. Buraya kadar zaten bir sıkıntımız yok. Ama niye bu kadar yazıyoruz ki? Nedir bizi gözetlenmeye iten? Ben gene nacizane, eskiden günlük yazanlar, yani mühim insanlar niçin yazmışlar diye soruyorum kendime. Bakın Oğuz Atay ne diyor Günlük'ünün başında.
Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız.
Bunu okuyunca bana daha bir doğal geliyor blogların, youTube'lerin popülerliği. Tam da bunu aramıyor muyuz blog yazarken. Bir beni dinlesin. Bir önceki paragrafda da belirttiğim gibi artık Oğuz Atay olmam gerekmiyor bunun için. Umut Durak olarak da bu çok kolay. İlkokuldan beri niçin kompozisyonlar yazdırıldı bizlere. Bugün güzel güzel bloglar yazmak için değil mi? Birilerine kendimizi, ürettiklerimiz, üretemediklerimizi, olmak istediğimiz gibi veya bizi görmelerini istediğimiz gibi sunabilmek zenginleştirmez mi bizi? Gene aynı örnekten devam edeyim. Oğuz Atay, günlüğündekileri yazarken hiç mi düşünmemiştir nasıl görülmek istediğini. Sanatsal üretimin -ki bloglar ve youTube, flickr gibi çoklu ortam paylaşılan alanlarda sunulanların sanatsal üretim olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur, ama ben onları "bir" çeşit sanatsal üretim kabul edeceğim izninizle- kaynağı nedir? Resim derslerinde resim yapıp öğretmenlerimize göstermek gibi, şimdi de fotograf çekip devientArt'a koyuyoruz. Evet sorunun bir yanıda siber kimliğimiz gerçek kimliğimizden farklı mı? Ben bu sorunun son yıllarda artık siber kimliğimiz, gerçek kimliğimizin bir parçası mı?'ya evrildiği inancındayım. Siz ne dersiniz?

Cumartesi, Ocak 06, 2007

Rüya ile tasvir aynı şeydir...

Derviş Zaim'in son filmini seyrettim az önce. Cenneti Beklerken. Rüya ile tasvir aynı şeydir diyerek başladı film. Eşini ve çocuğunu kaybeden bir nakkaşın 17. yüzyıl Osmanlısının taht kavgaları içindeki hikayesi. Vardı sağında solunda daha güzel yapılabilirmiş dediğim yerler, ama gerek görselliği gerekse replikleri ile gönlüme taht kurdu.
Derviş Zaim, Orhan Pamuk'un yazarlar için kullandığı nakkaş gibi romanı işlemek tabirini film için uygulamış. Film tam bir sanat erbabının elinde özene bözene hazırlanmış hissi uyandırdı bende. Her karesi düşünülmüş. Her karesine özenilmiş. Özellikle minyatürün filmde hissettirilmesi çok başarılı kotarılmış. Gerçek ve minyatür tüm film boyunca iç içe. Bazem aynı olan içinde farklı bölgeleri paylaşırken, bazın zaman içinde görüntüyü birbirlerine bırakıyorlar. Planlar arasındaki geçişler de beni vurdu. Özellikle filmin sonunda anadoludaki handan İstanbul boğazına değişen bir sahne vardı ki ayakta alkışlamak istedim.
Filmin müzikleri Rahman Altın tarafından yapılmış. Filmin atmosferine uygun, özgün bir çalışma olmuş. Umuyorum bir albüm halinde yayınlanır da gene dinlemek fırsatı buluruz.
Son olarak da filmden sevdiğim üç replikleri sıralamak istiyorum.
Cihana hem adalet, hem güzellik lazımdır.
Resim hem yapanın, hem bakanındır.
Sen baktığım tek suretsin... Gitme!

Salı, Ocak 02, 2007

SimCity 4, Bir tatil macerası

Cumartesi trene binmeme iki saat kala Kızılay'a inerken bir anda aklıma SimCity geldi. Nasıl canım istedi oynamak. Yok bulurduk, bulmazdık derken, DOST'da hem 3000 versiyonunu hem 4 versiyonunu bulduk. Ne olur ne olmaz 3000 belki XP'de çalışmaz diye en yeni versiyon SimCity 4'ü aldım. Bir yandan da hayatımda ilk kez orjinal-lisanslı oyun alıyorum. Nasıl heyecan, nasıl heyecan. Sanki içinden başka birşey çıkacak. Sanki ben lisanslı aldım diye tüm oyunlarda şahane şehirler kuracağım. Neyse efendim, hiç de öyle olmadı. 3. şehrimi dün gece batırdım. Anladım ki netten biraz okumak lazım. Öyle idealist politikalar çözüm sağlamıyor. En son babamla yok efenim fakirden az vergi alalım, zenginden çok, yok sağlık ve eğitim bütçeleri kısmaya gelmez gibi sosyal duyarlı politikları denerken sanal şehrimizde, ekonomimiz battı. Şimdi laptop'un background'unu SimCity yaptım. Tips and tricks okunacak. Fan siteleri gezilecek bir daha denenecek. Sosyal duyarlı politikalar ile temiz ve mutlu bir kent kuracağım. He he :)

Pazartesi, Ocak 01, 2007

Multi Aktivite Bayram Tatili

Multi Aktivite Doğa Tatili kavramı gibi birşey oldu bu sefer. Yılbaşı ve kurbanın ilk günü aynı gün. Bir de trenle aynı sabah gelmem mi Balıkesir'e. Sabah 4:30'da tren Dursunbey'de iken uyandım. Daha da uyumayayım geldik artık derken, 5:30'da babam ile Sındırgı'ya doğru yoldaydık. Saat 7'de maşınganın (kuzunenin) üzerinde kızarmış ekmekler ile kahvaltı yapıyordum. Dayım yazık berberdir kendisi, sabah 2'ye kadar bayram traşı yapmış millete, sabahın o kör şafağında, o da en az benim kadar sersem, 4-5 saatlik uykusu ile. İlk koyun kesilirken biz daha içerde uyanmaya çalışıyorduk. O arada dışardaki ocak yakıldı, ahali toplandı, yumulduk ciğerin, böbreğin, dalağın üstüne. Üç evin beş çocuğu kapış kapış yemedik mi tadı çıkmıyor kurban bayramının.
Bol yemekli, el öpmeli günün akşamında yeni bir aktivite gene bizi bekliyordu. Yılbaşı. Önce salon süslendi bir güzel, sonra ağırdan başlayan eğlence, vur patlasın çal oynasın bitti. Gecenin sonudan alkollü bünyeler dayımın hazırladığı bıldırcın güveci ve kuzenin yaptığı yaş pastalar ile damıtılıp uyundu. Aynı güne yılın en eğlenceli iki aktivitesi sığar mı? Olmaz ki canım böyle diye başladığımız günü, oluyormuş hakkaten diyerek tamamladık.