Pazar, Aralık 19, 2010

Ankara üzerine

Bir süredir iyice sıtkım sıyrıldı. Gün geçtikçe trafikte daha sinirli bir insan haline geliyorum. Her sıkıldığımızda kendimizi Tunalı'da yürüken buluyoruz. Tek avuntumuz D&R'a uğrayıp kitap almak, Lins'de bir kahve içmek veya Tapas'da birşeyler yemek. Ankara'da yıllar geçiyor veya yıllar geçmiyor. Geçmiyor yıllar, hayat ilerlemiyor, ilerleme yok! İlerleme yasak! Alışveriş merkezleri ilerliyor. Alıyoruz, veriyoruz. Alıp vermeyenler de orada. Neden! Neden güzelleşmiyor kent? Yaşanır hale gelmiyor. Akılla aramız açılıyor. Kurallara küskünüz. Küskünlük yetmez hatta kılız. Kuralsız yaşanıyor Ankara'da. Çok kandırıyorum kendimi metropol hayatı bu, başka türlü olmaz diye. Metropolde bir fotograf müzesi yok. Canlı Caz dinlemek gavur icadı. Festival yerine Büyükşehir'in konserleri var. Geçen gün az kalsın Büyük Ankara Sirkine (o da ne ise) gidiyorduk. Yuh! Şamil ile sohbet ederken bir türlü güzel bir semtini bulamadık Ankara'nın. Ehven-i şer Çiğdem, GOP ve Oran'a karar kıldık. Dün Rabiş tam Eskişehir'e girerken buraya taşınsak nerede otururuz diye sordu. O kadar güzel yerler vardı ki seçemedim. Bugün geri yola çıktık Eskişehir'den. İnanmazsınız trafik ışıklarında "yeşil dalga" vardı. Ankara'da zatıaililerini gören oldu mu? Dün akşam dışarı yürüyüşe çıktık. İşçi Filmleri Festivali bitiyormuş, tam ona üzülürken, Palto Film Festivali başladığını öğrendim. Haftaya Züleyha Gişe Memur filmini yönetmeni ve oyuncuları ile izleyeceğinden bahsetti, kıskanmadım. Ama festival filmlerine evden yürürlerse onbeş dakikada, tramvay ile on dakika gittiklerinden bahsedince, iki damla göz yaşı aktı gözümden. Sonra mı ne oldu? Askelik zamanımda aşina olduğum(uz Arda'ya selamlar) Şengöz baklavacısına gidip yarım kilo sütlü nuriye aldım. Ağzımın sulandığı gören usta hemen bir taneyi peçeteye koyup uzattı. Sonra taşbaşı çarşısında tanıdık bir kuyumcuya uğradık. Ankara'da hiç esnaf tanımadığımı düşündüm. Daha geçenlerde Levent Hocanın Meslekte 40 Yıl isimli fotograf albümüne bakıyordum. Eskişehir'de kırk yıldır aynı işi yapan esnafların fotografları vardı. Büyük şehir burası, herkes parayı kapmak, köşeyi dönmek, tuttuğunu öpmek peşinde. Eskiden memur kentiymiş Ankara. Rivayet bu ya, aldığı ile karnı doyan memur, okurmuş, dinlermiş, seyredermiş. Merhumdan sonra yaklaşık 30 senedir bu memleketin memuru da işini biliyor. Ankara'nın memuru da okumak da neymiş en kralından okuyanı öpüyor. Devir iktisat devri. Ankara ise en duygusal şehir. Zatıalileri ile geçen 15 senenin ardından artık ne düzelir ki? Kızılay'ın göbeğinde bu onbeş senenin anıtı var. Kızılay binası. İçimde de o bina kadar bir sıkıntı var bu şehir ile ilgili. Güzel insanlar ile çalışmak için, güzel insanlardan öğrenip, güzel insanlara öğretmek bu rezilliği çekiyoruz. Yalan mı?

Cumartesi, Kasım 27, 2010

Jobs ve Zuckerberg

Bayram tatili çok sakin geçti. Rabiş yeterliliğe hazırlandığı için birkaç günlük Sındırgı kaçamağı dışında sürekli evdeydik. Sındırgı'ya giderken yolda okumak için AŞTİ'deki standlardan aldığım Steve Jobs kitabı tatilin ana teması haline geliverdi. Yolda gidip gelene kadar çoğunu bitirmiştim zaten. Önceden çok ilgilenmediğim Steve Jobs dehasının veya delisinin mi demek lazım, adım adım yaşadığım bilgisayar ve bilişim sektörünün gelişme sürecindeki hikayesi hakikaten şaşırtıcıydı. Bir defa sıradan çok çalıştı efendim, çok da zekiydi, süper de eğitim almıştı e başarılı oldu tabi gibi bir durum değildi. Her türlü akıl ve delilik, cehalet ve bilgelik, şans ve hırs, uykusuz geceler, serhoş sabahlar hepsi yanyanaydı. Döner dönmez, fırsat bu fırsat deyip Pixar'ın uzunlarını seyrettim bir çırpıda. Bilgisayar yapan adam nasıl oluyor da çizgi filmci oluyor canım? Hikaye boyunca Jobs'ın etrafındaki adamların resimlerine baktım netten. Nasıl elemanlar bunlar diye? Bol bol wikipedia karıştırdım. Bu arada görüştüğüm Halit Hocamla, Şamil'le hikayenin sohbetini yaptık. Dün de bu rüzgarın devamına  Social Network'ü ekledim. Film şahane olmuş eyvallah. Adam, Zukerberg ise ayrı bir hikaye. İnsan evladı sevgilisinden ayrılıp, psikopata bağlayıp, Facebook'u yazar mı? Bu iki sıradışı adamın da görebildiğim ortak yanları hırsları. Bu hırsları paraya değil yaptıkları şeye karşı. Başka olanı, kendilerinin olanı yapma, tek olanı, en iyi olanı yapma hırsları. Bu hırsları yapılan ile delilik derecesinde bağ kurmalarını sağlıyor ve tartışmasız zekaları ile yaptıkları işi farklılaştırıyor. Aynı rüzgar ile devam ederek önümüzdeki hafta da Pirates of Silicom Valey'i seyretmeyi planlıyorum. İlginç bir malzeme çıkar ise onu da bloga not düşerim.

Cuma, Ekim 29, 2010

Pixar Shorts

Ne vakittir sohbetini yapıp duruyorduk Pixar'ın kısa filimlerinin (http://www.pixar.com/shorts/index.html). Ben de indireli bir vakit olmuştu. Dün gece sıraya koyup hepsini bir solukta izledim. Sabah da Rabişle bir defa daha izledim. En çok hangisini sevdiğimi düşünüp durdum. Sonunda Boundin' filmini ilk sıraya koymaya karar vedim. 2. sıraya One Mand Band ve 3. sıraya da  Geri's Game filmlerini yerleştirdim. Sonra da oturup Pixar'ın tarihini anlatan bir belgesel seyrettim. Özendim, ağzımın suyu aktı. Ben de 10-15 kişilik bir animasyon stüdyosunda çalışmak istedim. Kabiliyetleri hali hazırdaki cep telefonlarının 100'de biri olan tır kasası büyüklüğündeki bilgisayarlarda dünyadaki ilk animasyon kısa filmleri yapıyor olmanın nasıl bir şey olacağını hayal ettim. Şanslı adamlarmış vessalam diye bir sonuca vardım. Siz ne dersiniz? 

Perşembe, Ekim 28, 2010

Fotograf Notları

Geniş Açı dergisinin yayın hayatına son vermesinden sonra süreli fotograf yayınları dünyamız hep eksik. Ya da ben bir türlü başka bir dergiyi Geniş Açı'nın yerine koyamıyorum.  Bugün 28 Ekim öğleden sonrasının tatil olmasını fırsat bilerek Rabiş ile Kızılay'da yürüyüşe çıktık. Yolumuz Turhan Kitapevine de uğradı. Mülkiyelilerde oturmadan önce iki dergi alalım diye dergi standını bir baştan bir başa kat ederken, Fotograf Notları dergisini fark ettim. Yahu bu da nereden çıktı, yeni mi çıkmaya başladı ki? derken kaptım bir tane. Galata Fografhanesi Fotograf Atölyesi tarafından çıkarılıyormuş. Çok sıkı bir "Foto Röportaj Dergisi" olmuş. Benim aldığım 4. sayıymış. Fatih itfayesinden, Tuzla'daki tersanelere, 112 servisinden, Haydarpaşa-Gebze hattına çok güzel dosyalar hazırlamışlar. Saman kağıda basılan dergi Anti-İz (İz dergisinin karşıtı) bir sunum kullanmış. Fotograf dünyamızın bir eksiğini doldurmuşlar. İz dergisinde "güzel" olan fotograflar, Fotograf Notları'nda "sosyal sorumlu". Böyle sağlam bir işin arkasında gözlerim Özcan Yurdalan ismini aradı, çok vakit kaybetmeden de buldu. Özcan Hocanın ve emeği geçen herkesin ellerine sağlık. Hemen abone oldum. Dahası ilk sayılarını da istedim. Meraklılarına tavsiye ederim.

Pazartesi, Ekim 04, 2010

Selim Amcanın Sofra Salonu

Sofra salonu ne kadar kadim bir isim tamlaması değil mi? Benim de aklıma ilk gelen mütevazı bir kebapçı salonu fakat hal böyle değil. Kaburgacı Selim Amca ismini ilk defa Çukurambar'da bir şube açtıklarında duydum. Bunun da üstünden iki sene olmasa da bir seneden fazla geçti. Gel zaman git zaman, hep aklımda olmasına rağmen, bir türlü gidemedik. Altı ay önce miydi, Fatih ile Diyarbakır'a gittiğimizde, Selim Amcanın asıl dükkanına uğramak da ulvi amaçlarımız arasındaydı. Fakat Diyarbakır'lılar da orası değil ama siz şuraya gidin diye hep beraber fikir birliğine varınca emelimize ulaşamadan geri gelmiştik. Bugün karnımız aç, Çukurambar'da trafiğe sıkışmış bir şekilde nereye gitsek diye düşünürken aklımıza geldi. Arabayı parkedip daldık restorana. Ortam biraz ağır. Her taraf ağır abi. Tek abla Rabia. Nezih, yanlış olmasın. Ablalar genelde ete düşkün değil herhalde. Alkol alan da yok. Çukurambar mevsiminde rakı ağır geliyor zahar, yorumları yaparak ısmarladığımız saç kavurmayı bekliyoruz. Derken masaya içli köfteler, patlıcan dolmaları, salatalar, ezmeler, soğuk çorbalar, sıcak lavaş ve lezzetli mi lezzetli bir et geliyor. Kaburgaya cesaret edemedik. Malum ağır. Yazının son dört satırının ana fikri "ağır". Ayranı bakırdan içtik, eti saçtan yedik. Hem lezzetten, hem ihtimamdan, hem de fiyattan memnun kaldık. Ağır bir akşam yemeği için ağır ağır gidilebilir. Ağırlığınızca ağırlanır memnun da kalırsınız. Tavsiye ederiz.

Pazar, Ekim 03, 2010

Picasso'nun izinde

Eski emektar Focusumuz 180bini devirince, eh dedik artık zamanı geldi yeni bir araba almanın. Bir çok modele baktık. En ekonomik olanı, en süper olanı, en güzel olanı, dizel olanı, benzinli olanı, çok satanı, az satanı, pahalısı, ucuzu, Japonu, Avrupalısı. Bu süreçte şu karara vardım. Tek seçeneğe inmek ve bunun kesinlikle en doğrusu olduğuna karar vermek nerdeyse imkansız. Biz de, bizi en çok mutlu edenin tasarım olduğuna karar verip tasarımın peşine düştük. Picasso'nun izini takip edip Citroen'e yollandık. C3 Picasso, namı diğer Spacebox'ı çok beğendik. Hala başka arabalar bakmıyor muyum? Bakıyorum tabi. Daha biraz önce yolda bir SX4 görüp, yoksa Suzuki mi diye sordum kendime ama, dönüp arabama baktığımda tasarımı beni daha mutlu edecek bir araç (bu ekonomik bütçe ile tabi ki) göremiyorum. Bu kararımda Ada'nın saygın araba programı Top Gear'ın C3 Picasso'ya 20 üzerinden 16 vermesinin de önemli bir etkisi oldu. İşi benim görmediklerimi görmek olanlar aracı beğenmişlerdi. 500km'yi geçtik, her gördüğümüzde iyi almışız diyoruz. Citroen mi, kesin hemen bozulur, aldın ya satamazsın diyenler dışında hayatımızdan çok memnunuz.

Perşembe, Eylül 23, 2010

Personal Play Station yoksa Portable mıydı?

PSP son yıllarda aldığım en güzel oyuncak. Herşeyden önce ucuz. Sonra küçük. Yani portable, çok rahat taşınabilir. Sonra personal, yani kişisel. Ortamı bozmadan, kenarda, bir yandan sohbete katılıp, bir yandan dizi seyredip, öte yandan çaktırmadan oyun oynayabiliyorsun. Oyun tamamen kişisel bir deneyim. XBOX olsun PS3 olsun oyun oynamak için salonu, televizyonu ve etrafındaki herkezi oyun deneyiminin bir parçası yaparken, bununla uymadan önce, yatakta kitap okur formatta iki el Fifa atabiliyorsun. Çok abartmazsan (ki abarttık, bayram dönüşü ben araba kullanırken yan koltukta İbo Fifa oynuyordu) azar işitmiyorsun (evet, evet bayram dönüşü arabada Ezgi ve Rabiş'in gazabına uğradık, az daha cihazı camdan atıyorlardı). Oyunlar görece ucuz. Fifa 2009'u 20 tl, Tomb Rider'ı 30 tl'ye alabildim. Ah bir de değiş tokuş ortamı olsa, o vakit tadından yenmeyecek. Ne yazık Ankara bu işte kısır. Olsun onun da çözümü var. Gözünü sevdiğim E.Şehir'imin Esnaf Sarayında en üst kattaki oyun dükkanlarında üç kuruşa 2.el oyun bulabiliyor, değişim yapabiliyorsun. Velhasılı, 3 günde sıkılırsın, 2 haftaya satmaya çalışırsıncılara inat, ısrarla tavsiye ediyorum.

Çarşamba, Eylül 22, 2010

Teknolojik atılımlar

Ne vakittir yeni oyuncaklarım hakkında yazacağım ama elim ermiyor. Önce PSP aldım ki iki aydır elimden düşmüyor (Elimin neden ermediği ortada). Kendi başına bir yazıyı hak ediyor. Sonra arabada çağ atladık. 2000 model Focus'dan 2010 model Picasso'ya. Bu işin de kendi başına bir yazıyı hakkettiği kesin. Ama bunların önüne geçense, iptv, bizdeki adıyla tivibu. Geçen hafta digiturk'un attığı anlamsız spam mesajı açmayı bir türlü beceremediğim için alıcım her 10 dakikada bir kilitlenme eğilimine gark olunca, dayanamadım. Digitürkten çoktandır sıtkım sıyrılmıştı ya, daha 8 ay daha kölesiyiz, mecbur taahhüt etmişim, haberim yok. Araştırmalara başladım. Teledünya en güzeli gözüktü gözüme, derken, tesadüfen, telekomun destek firmalarından bir tanesinde çalışan bir arkadaş ile akşam yemeğinde buluştuk. Bana biraz iptv işini anlattı. Yok olmaz canım, internetten televizyon seyretme işine daha çok var sohbetlerinden sonra eve gelip tivibu'ya üye oldum. Aylık 1 lira. Şaka gibi. Kimliği fakslama saçmalığından (yahu kimlik fakslama mı kalmış ama memlekette aklı ara ki bulasın) sonra, sonunda (1 hafta aldı üye olmak) bugün hesabım aktif oldu. Hakkını vermek lazım teknoloji şahane. Hele benim gibi televizyon bilgisayarınız var ise (ingilizce Home Theater PC), tüm kanallar, durdur oynat, seç izle, film kirala hepsi önünüzde. Ayda da 1 liraya. Şaşkınım. Üstelik bir saattir izliyorum. Takıldığı da yok. Bunun HD'sini de yaparlar ise, açık söylüyorum, olay bitmiştir.

Pazar, Eylül 19, 2010

Karaburun, Ege'nin ucu

Karaburun, Ege'nin ucunda, anladığımız kadarı ile de kimsenin hatırlamadığı ufak tefek, sakin mi sakin bir kasabaymış. Hepi topu dört tane pansiyon, iki tane de oteli var (Onların da bir tanesi muhafazakar kesime hitap ediyor). Ortamda pek turist yok, yerli turist hepten az. Biz Karaburun Butik Pansiyon'da kaldık. Pansiyonda iki Türkiyeli aileye karşın yanlış saymadıysam dört kadar Kuzey Avrupa ailesi vardı. Zamanımızın çoğunu İncirli Koy'da geçirdik. Ha gidecek başka bir yer var mıydı? O da yoktu. Akşamları Bozcaada'dan oldukça fakir sofralarda vakit geçirdik. Hepi topu 200 metrelik kordonunda turladık. Zamanın saat saat değil, saniye saniye geçmesini seyrettik. Bir haftalık huzura dayanamayıp 4.günde geri döndük. Tatilin başında gidilmeli Karaburun'a. Denizi harika. Üstü kadar altı da inanılmaz. Bol bol şnorkel yapılıp, akşamları kitap okumaya ayrılmalı. Sakin ve dinginliğin doruk noktasındaki kasabaya dinlenmeye en çok ihtiyaç duyduğunuzda uğramanızı öneriyorum. Elinizi kaldıracak haliniz olmadığında, parmağınızı oynatmadan keyfini çıkaracağınız bir güzellik.

Dedetepe Çiftliği

Veya deretepe çiftliği. Bozcaada'da planlar biraz karışınca, kuzeyden güneye, Dikili'ye doğru inerken bir gece de kaz dağlarına uğrayalım dedik. Tatuta (açılımı zannımca tarım turizm tatil gibi) çifliklerini görmek ne zamandır istediğimiz bir şeydi. Dedetepe.org adresine ulaşmamız çok uzun sürmedi. Önce merak içinde doğa dostu hayat, kendi elektriğini üretme, Montessori eğitimi derken sitenin altını üstüne getirdik. Aradık hemen biz gelmek istiyoruz, bir gece de kalmak istiyoruz müsaitseniz dedik. Hay hay buyurun dediler. Giderken nasıl insanlar ile karşılaşacağımız ve nasıl bir deneyim yaşayacağımız konusunda biraz karışık duygular içindeydik. Bozcaada'dan çiftlikteki insanlar ile birlikte yemek üzere aldığımız dört kilo kadar üzümü, yok efendim bu organik değil, üstünde bilmem ne ilacı var diye yemezlerse ne olacaktı? Bu doğal yaşamcılara karşı önyargılarımız olduğunu farkediverdik.
Erkan ve misafirleri bizi etrafta atların, tavukların köpeklerin, çocukların dolaştığı zeytinliklerin içinde bir çiftlikte karşıladılar. Sıcak mı sıcak bir ortamdı. O hafta sonu düzenlenen Montessori eğitimi vesilesi ile ortamda hatırı sayılır bir sayıda (bir kısmı anladığım kadarı ile "ünlü" olan) psikolog vardı. Rabiş onlarla dakikasında kaynaştı. Ben de yok çiftliği gezerken, yok elektrik nasıl üretiliyor derken, yok dereye girip yüzerken akşam oluverdi.
Vejeteryan yemeklerimizi yedik. Bulaşıklarımızı kendimiz yıkadık. Güneş batana kadar herşey çok güzeldi. Sonra herkes ağaç evlerine (Olimpos'takiler ile alakaları yok. Bunlar harbi kütük ev) çekildi. Ortalık neredeyse enerji tüketmeyen led'lerle aydınlatıldı. Sivriler, börtü böcek, sıcak ki ne sıcak derken kendimizi evin içine zor attık. PSPimde (PSP ayrı bir blog konusu olmalı) Shrek seyrederek geceyi tamamladık. Sabah uyandığımızda cibinlik denen aletin sivriden pek de korumadığına kanaat getirdik. Kahvaltı yaparken bir daha gelmeye ama bu sefer daha serin bir havada gelmeye karar verdik. Değişik bir deneyimdi. Yolu Altınoluk'a düşenlere Dedetepe çiftliğine uğramalarını tavsiye ederiz.

Bozcaada

Bu seneki yıllık izniminizin ilk durağı Bozcaada'ydı. Ekşisözlük'deki tavsiyeye uyup Ayana Konukevi'nde kaldık. Çok sıcak bir ailenin işlettiği üç odalı bir pansiyon. Butik nedir derseniz, işte budur. Hepi topu 6 tane konuk. O da pansiyon doluysa. Mekan Rum mahallesinin girişinde. Odalar tabir yerinde ise denizin içinde. Güzel kahvaltılar, güzel sohbetler. Gidecek olanlara gönül rahatlığı ile tavsiye ederim. Uzun bir Bozcaada tatili olduğu için elimizin değmediği taş kalmadı desem yalan olmaz. Ha bunda Rabia'nın "Aaaa bunu da yapmadan gitmek olmaz ki canım!"larının etkisi de var. Yoksa ben plajda (hatta sadece bir plajda) altı gün yatar dönerdim.
Ada'da birbirinden güzel altı tane plaj var. Bunların en ünlüsü, yani herkesin gittiği, daha çok balık istifi modelinde güneşlenilen, şezlong ve şemsiyeler Bozcaada Spor tarafından kiralanan Ayazma plajı. Suyu da kumsalı da güzel ama en güzelini yıllar önce gittiğimde yapmıştım, yaklaşık 500 m. kadar açılırsanız karşınıza çıkan denizin altındaki kayalık. Bunun üstünde ayağa kalkıp kıyıdakilere el sallayabilirsiniz. Ayazma etrafındaki restoranlar öğle yemekleri için ideal. Şehir içindeki bir çok ünlü restoranın Ayazma'da şubeleri var. Mitos Beach veya Habbele plajı ise halkın değil "concon"ların takıldığı mekan. Çeşme, Bodrum ayarında olmasa da biraz pahalıca. İkinci günümüzü geçirdiğimiz bu tesis güzel işletiliyor. Denizi temiz. Playlist'i çok güzel. Müzik seviyesi yerinde. Tek sıkıntısı, biraz kalabalık. Yandaki teyzenin hayat hikayesine on dakika sonra ister istemez hakim oluyorsunuz. İki günümüzü şezlonglu, şemsiyeli mekanlarda geçirip sabahtan akşama plajda pinekledikten sonra bendeniz deniz özlemimi biraz bastırabildim. Takip eden günlerde gündüzleri kasabada geçirip, akşam üstleri tesisi olmayan, az insanın uğradığı plajlara yollandık. Çayır plajı bunların ilkiydi. Upuzun bir plaj, geniş bir kum, turkuaz bir deniz ve size en yakın insanla aranızda en az 100 metre. İşte budur dedik. Sonrasında gittiğimiz Tuzburnu da ona keza. Akvaryum biraz kalabalıktı fakat güneşin devrilmesine yakın o da sakinleşiyordu. İnsan sesi duymadan dalga sesi ile kitap okumak, uyumak, eli kolu kimseye çarpma endişesi olmadan yüzmek isteyenler için bu plajlar birebir. Ha evet elinizi kaldırınca bira gelmiyor. İlla ki şemsiye olsun derseniz, arabanızda bir tane taşımanız lazım. Acıktıysanız, bir koşu arabanıza binip bir zahmet on dakika kasabaya uzanıp bir kaç çeşit poğaça börek, bir kilo üzüm kapıp gelin. Bunun da zevki bambaşka.
Gündüzleri adada yapacak çok şey var. İlki, tembeller için bir kafeye çöküp uzun uzun kitap okuyup, gelip geçenleri seyrederken, garsonlar, mekan sahibi ile laklak ederken zamanı öldürmek. Birbinden güzel bir çok kafe var. Biz daha çok Ada Cafe'yi tercih ettik. Gelincik şerbetini, şambali ve sakızlı muhallebisini tavsiye ederim. Ha illa ki gezeceğim göreceğim derseniz (veya sevdiğiniz size öyle derse),  Bozcaada Kalesi ve Bozcaada Müzesi olmazsa olmazlar. İkisi için de bir sürü önyargım vadı. Öncelikle "Ne gerek vardı canım?". Ama kazın ayağı öyle değilmiş. Kale hakikaten iyi korunmuş, büyük bir kale. Ankara kalesi ile hiç alakası yok. İkincisi, kasaba kaleden çok güzel görünüyor. Müzeye gelince; böylesi dostlar başına. Çok emek harcanmış, ilginç ve eğlenceli bir kasaba müzesi yaratılmış. Bir yandan kasabadaki Rum ve Türklerin yarattıkları etnografya sunulurken, bir yandan adanın tarihinden kesitler sergilenmiş. Çanakkale savaşı esnasında işgal kuvvetlerinden askerlerin Adadaki postaneden attıkları kartpostallardan, Adanın zenginlerinden Merhum Bilmemkim Beyin ellilerden bu yana kullandığı şapkalara kadar. Adayı ve adalıyı anlatan fotoğraflar da cabası.
Öteyandan Bozcaada deyince ilk akla gelenlerden biri de şarap. Adada Corvus, Çamlıbağ, Talay gibi şarap üreticileri var.  Adaya özgü üç ayrı da üzüm cinsi varmış Karalahna, Kuntra ve Vasilaki. Hangi üreticiye gitsek de tadım yapsak, yoksa hepsine mi gitmek lazım derken tavsiyeler bizi Çamlıbağ'a yöneltti. Dört kuşaktır şarap üreten, Çamlıbağ'ın sahibi Yunatçılar ailesinin hali hazırda işlerin başındaki temsilcisi Haşim Yunatçı ile tanıştık. Bağcılık ve asma üzerine sohbet edip tadım yaptık. Ada üzümlerinden yapılanlarından ikişer şişe yüklenip arabamızın bagajına attık. Biz de, bize soranlara Çamlıbağ'da tadım yapmalarını önermeye karar verdik.
Akşam yemeklerimiz Bozcaada tatilimizin en keyifli zamanları idi. Birbirinden çeşitli restoranları ve zengin bir mutfağı olan adada yemek yemek hakikaten bir zevk. Sandal, Lodos, Salkım, Koreli, Şehir gibi adada marka olmuş bir çok restoran var. Hepsinde olmasa da günlerimiz elverdiğince her gece bir tanesinde uzun yemekler yemeye çalıştık. İlk gece Sandal'daydık. Izgara kalamar ve ahtapot ile sıkı bir başlangıç yaptık. Sonrasında limana uzanıp Boruzan'da asma yaprağında sardalya, takibinde Salkım'da Girit pilavı, asma yaprağında keçi peyniri, Koreli'de çeşit çeşit Ege otları, kaya koruğu, Tenedos'ta mezgit derken günleri bitirdik.

Pazartesi, Temmuz 12, 2010

Butcha - The Butcher Shop and Steakhouse

İlk Çayyolunda gördüğümden beri aklımdaydı. Şöyle doya doya biftek yemek. Hatta mekan çok afilli gözüküyor, kesin burda Angus da bulunur diye düşünmedim (düşlemedim) de değil. Öte yandan, cahilliğimi mazur görün, bu kuru yaşlandırılmış et ( dry aged beef) olayı bu güne kadar farkında bile olmadığım bir uzay çağı teknolojisi idi, bugün Butcha'da çağ atladım.  Neyse efendim, uzun lafın kısası, evde mi yesek, dışarda mı yesek derken, kendimizi geçen gün Panora'da da açıldığını farkettiğim Butcha'da bulduk. On onbeş dakika sonra Rabişimin önünde bir Ribeye Steak, benim önümde ise bir Newyork Steak vardı. Öncesinde saniyesinde gövdeye indirdiğimiz nefis salam ve köfteden bahsetmek bile istemiyorum. Efendim o ne ihtimam. İnanılmaz özenli bir servis. Uzun uzun sabırlar etler ve pişirme usulleri hakkında bilgilendirmeler. Etlerimizi yemeye başladık ama bir türlü iki cümle çıkmıyor ikimizden de. Sadece karşılıklı yediğimizin ne kadar lezzetli olduğunu belirten sesler çıkarabildik uzun süre. İnanılmaz güzel pişmiş, inanılmaz lezzetli etler yedik. Sevenlerine ısrarla tavsiye olunur.

Salı, Haziran 29, 2010

Roma'dan Ankara'ya

Şansımız yerinde. Birinci evlilik yıl dönümümüz benim Roma'daki iş toplantıma denk geldi. Hal böyle olunca, hafta sonuna doğru prenses uçağa atlayıp bir çırpıda yanıma geldi. Yorucu bir hafta süren toplantılar dizisi inanılmaz güzel bir hafta sonu ile devam etti. Geçen sene kısa süren Roma turumuzda tadına varamadığımız ne varsa hepsine zaman ayırdık. Hemen her gün Sant Eustachio'da kahve içtik, Giolitti'de dondurma yedik. Toplantıdaki Alman katılımcının tavsiyesi ile Roma'nın Yahudi gettosunu ve inanılmaz "roman" mutfağını keşfettik. Kızarmış enginar yedik. Yıllarca Roma'da yaşamış ABD'li katılımcının önerisi ile İspanyol merdivenlerinin hemen iki sokak arkasındaki 34 isimli restoranı keşfettik. Yemekler inanılmazdı. Birinci yıl dönümümüzü de tripadvisor'da 31. sıradaki Bebetto isimli restoranda kutladık. Bol yemeli içmeli, bol yürümeli fotoğraf çekmeli, çok keyifli bir iş seyahati oldu vesselam. Daha büyüsünden kurtulamamıştım ki dün altı üstü bir saat kadar hızla yağan yağmurda Ankara trafiğinde kilitlenip kaldım. Büyükşehir belediyemizin cefakar işçileri maazallah arabalar mahsur kalır diye muhtelif batçıkları kapatmışlardı. Hal böyle olunca da zaten keşmekeş olan başkent trafiğimiz arap şaçına dönüvermişti. Gene kendi kendime sordum. Deli miyiz biz? Niye bu keşmekeş içinde boğuşup duruyoruz. Şimdi mi? Bekliyorum, bu kötü düşünce bulutları dağılsın diye.

Pazar, Mayıs 16, 2010

Treme'den müzikler

HBO'nun Treme dizisini takip etmeye devam. 5. bölüm geçen hafta yayınlandı. Bölümler bir bir ilerledikçe müzikleri sadece diziyi seyrederken dinlemek yetmemeye başladı. Önce alt yazıların üstünden geçip adı geçen tüm müzisyenlerden bulabildiklerimden örnekler dinlemeye başladım. Sonra da dizide çalan müziklerden kendime bir playlist oluşturdum. Sonra da dedim ki blog ne güne duruyor, ben bu müzikleri sevdiklerimle bir paylaşayım. Grooveshark Playlist'i tıklayarak siz de dizinin birbirinden güzel müziklerine ulaşabilirsiniz.

Pazar, Mayıs 02, 2010

Son yemeksepeti.com maceram

Daha da yemeksepeti.com'dan sipariş vermem. 20:10'da verdiğim sipariş 21:40'da geçti elime. Turan Güneş'deki Burger King'den Oran'a on dakikalık da yol. Önce yemeksepeti.com call center'ını aradım. Dediler ki efendim biz 8:30'da bildirdik Burger King'e onlar bir saattir getirmemişler. Herhalde restoran yoğun. Pazar akşamı Petrol Ofisindeki Burger King niye yoğun olsun arkadaşım. Ardından hızımı alamadım, çünkü hala sipariş gelmemişti, ankara@yeme... adresine saat 8:10 geçe akşam yemeği olarak verdiğim siparişi saat 10'da ne diye yiyeyim  konulu bir mail attım. 5 dakika geçmeden yemeksepetinden telefon ettiler. Bu sefer başka bir beyfendi, kusura bakmayın Burger King Merkez sizin adresinizi tespit etmek için 20 dakika zaman kaybetmiş, biz kendilerini uyaracağız dediler. Ah keşke şikayete duyarlı oldukları kadar siparişe de duyarlı olsalar derken kapı çaldı, sipariş geldi. Burger King'den gelen eleman da veryansınımda payını aldı. Onun açıklamaları ise yemeksepetine verip veriştiriyordu. Sitelerinde 40 dakika yazıyor ama biz buraya bir saatte getiriyoruz. Bize yarım saate ancak haber veriyorlar derken pos cihazı da çalışmayınca ben artık dayanamayıp çaresizlikten al kuzum sen siparişini ben  kendime makarna yapacağım dedim. Adam halime acıyıp, tamam beyfendi buyrun bu da bizden olsun diyip gitti. Derken yemei daha yemeye fırsat olmadan bir telefon daha. Bu sefer yemeksepetinden bir bayan tüm suçu Burger King'in restoranına atıyor. Biz uyaracağız siz merak etmeyin diyor. Aman uyarmazsanız şaşardım. Buradan aldığımız ders nedir? Hepi topu 10 liralık sipariş için 80 tane b2b sistemini araya sokmaya, 3 ayrı call center operatörü ile muhattap olmaya, kuryeye dert anlatmaya gerek yok. Arabana binersin, hem iki hava alırsın, hem de istediğini beş dakkada alır gelirsin.

Treme: Müzikle dolu bir dizi

Treme'yi Ft. Worth'da otel odasında yorgunluktan bayılmış bir şekilde zap yaparken farkettim. HBO'nun yeni dizilerinden bir tanesiymiş. O kadar güzel müzikler vardı ki gösterdikleri tanıtımlarda, meraklandım web sitesine baktım. Dizi ile ilgili videoları bir bir seyrettim. Dizide Katrina'dan üç ay sonra New Orleans'ın müzsiyenlerinin yaşadığı, orta kesiminin oturduğu, turistik olmayanın yaşandığı Treme mahallesindeki felaket sonrası travma anlatılıyor. İçlerinde müzisyen, aşcı, akademisyen, bar sahibi ve avukat içeren farklı kesimlerden bir çok kahramanımız var. Hepsinin ayrı ayrı ama ilişkili hikayeleri akmaya başlıyor. Bugün ABD'de 4. bölümü yayınlanacak. HBO şimdiden 2. sezon anlaşmasını yapmış. Müzik dolu, caz dolu, insan dolu bir dizi. İlk üç bölümünü dün bir solukta izleyiverdim. Tavsiye ederim. 

Salı, Nisan 27, 2010

Florida Texas Yolculuğu

Bu seferki ABD seyahatim diğerlerine göre biraz farklıydı. Önce Florida'da üç gün geçirdikten sonra Texas'a geçip bir hafta kadar da orada çalıştım. Bu sayede tek seferde iki uzak eyalet ve iki ayrı şehir görme şansım oldu. Fort Walton uçsuz bucaksız sahili ve inanılmaz güzel iklimi ile bana gene denizden uzak geçen ömrüme ah ettirdi. Sabahın 7'sinde kumsalda koşarken, Ankara'da yaşayarak bir yerlerde fena bir yanlış yapıyorum ama hadi hayırlısı dedim kendi kendime. Fort Worth kısmı ise yeni bir kültüre merhaba şeklindeydi. Hakikaten kovboy denilen insanlar varmış. İnanır mısınız, at yarışı yapıyorlar, rodeo yapıyorlar, yarısına kadar pisliğe batmış çizmeler ve beyaz şapkalar ile geziyorlar. Üstüne bunları turistik olsun felan diye de yapmıyorlar. Bu arada outlet gezmeyi, alışverişi de aksatmadık tabi. Saat, tişört, kot, Rabiş'e en şahanesinden kovboy çizmesi, kızılderili kolyesi, dreamcatcher, ne bulduysam, 23 kg.lık limitim neye yeterse bavula doldurup geldim. Tek hayıflandığın, Melih'e Les Poul getirememek oldu. Luftansa'nın bagaj politikası, telefon ile aradığım elemanların olmaz efendimleri felan derken, gitarı alıp getirme işini beceremedim. Napalım...

Cumartesi, Nisan 10, 2010

Geleneksel rafting şenliği

İlk olarak 2006 yılında gitmiştik Dokuz Değirmen köyüne. Düzce'de rafting yeni yeni ünlenmeye başlamıştı. Ertesi sene bir daha gittik. Çok "extreme" olmasa da, senede bir defa güzel bir heyecan oluyor. Geçtiğimiz iki sene bir fırsat bulup ayarlayamamıştık. Bu sene sağlam bir ekip ile düştük yola. İki senede Düzce Rafting iyi yol almış. Güzel bir kahvaltı üstüne, güzel bir rafting. Sonrasında da sıkı bir öğle yemeği ile tamamladık geziyi. Tek sıkıntım kalabalık olmamızdı. Toplam 14 bot indik suya, bu da 100 kişi eder mi eder. Koordine edelim derken, bir sürü beklemek zorunda kaldık. İster istemez heyacanımız bir türlü yükselemedi. Geçmiş yıllarda az sayıda botla iner, birbirimizi çok beklemezdik. Momentum ve heyecan yolun sonuna kadar artardı. Bu sefer ikram ve keyif düzeyi artırılmış, daha turistik bir gezi oldu. Düzce Rafting'e tavsiyem, seviyelendirilmiş bir hizmet sunmaları olacak. Misal, heyecan isteyenlere sabahın daha erken bir saatinde daha hızlı bir tur ayarlanabilir.

Pazar, Mart 28, 2010

Yeni bisiklet, yeni heves

Çok uzun zamandır istiyordum aslında. İki sene kadar önce düşüp iki kolumu birden yaralayınca, eldeki bisikletle arazide fink atmanın çok akıllıca olmadığı ortaya çıkmıştı. Bu arada da onca iş, ihtiyaç ve heves arasında bir türlü de sıra gelmiyordu, ta ki Rabiş olaya el koyana kadar. Kocasına dünyanın en büyük kıyağını yapan karıcım, iş yerindeki altın gününden gelen parayı, "al canım, git kendine en güzelinden bisiklet al" diye bana verince, aldı beni bir heyecan... Corratec, Connandale, Giant derken Marin isimli şahane Amerikan işi markaya karar verdim. Şöyle olabildiğince dengeli, yere yakın, bileşenleri yüksek kalitede, hidrolik disk frenli, amortisörünün traveli uzun, gereksinimlerimi beklentilerimin üzerinde karşılayan ve yüzde yirmi beş indirimle bütçemin içine giren B-17 modelini seçtim. Cuma işten bir saat erken çıkıp koşarak Sıradışı Bisiklet'in yeni dükkanına gittim (aslında gittik, yanımda Argün'ü de götürdüm, o da Giant Terrago 3 aldı). Cumartesi Eymir'de, bugün de Yalıncak'ta bir buçukar saat yeni bisikletlerimizi denedik. Çocuklar gibi şenim anlayacağınız. Yeni bisiklet, yeni heves, ve hatta çok ama çok sağol karıcım...

Pazar şarkıları


1. Sunday Morning - The Velvet Underground
2. Sunday Papers - Joe Jackson
3. Everyday Is Like Sunday - Morrissey
4. Sunday Bloody Sunday - U2
5. Lazing On A Sunday Afternoon - Queen
6. Sunny Sunday - Joni Mitchell
7. Sunday Morning Coming Down - Johnny Cash
8. Lazy Sunday - The Small Faces
9. Sunday - Sonic Youth
10. Sunday - Nick Drake
Grooveshark Link

Pazartesi, Mart 08, 2010

Cumartesi, Şubat 27, 2010

İhtiyar delikanlılar...

Dün akşam Dip Sahne'de Erkin Koray konseri vardı. Mehmet ses etmese, haberimiz de olmazdı hani. Toplandık Ankara tayfası. Dokuzda kapılar açılıyor,  aman geç kalmayalım diye saat onda mekanda buluştuk. Erkin babanın sahneye çıkması gece yarısını buldu. Bir de güzel süprizi vardı. Kurtalan Ekspres'in efsane bascısı Ahmet Güvenç'i de getirmişti yanında. İhtiyar delikanlılar iki saatlik aralıksız müzik bir ziyafeti sundular. Sahne performansları parmak ısırtacak cinstendi. Akrebin Gözleri, Şaşkın, Esterabim, Deli Kadın derken bir noktada Erkin Koray Chuck Berry gibi 80'ninde de sahnede olmak istediğini söyleyince büyük bir alkış koptu. Hepimiz onları her daim bu enerjileri ile sahnede görmek istiyorduk.  

Pazar, Şubat 21, 2010

Zeytine gel abim...


Bir buçuk aylık bekleme bitti. Ocak ayının başıydı. Kipa'da dalından yeni kopmuş zeytinleri görünce dayanamayıp atmıştım sepete. Laf başı geldi mi, Egeliyim ben, deyip mangalda kül bırakmıyordum ya, buyur işte taze zeytin, hadi Umut göster kendini. E tabi önce internette dolandım bol bol. Türkçe kaynak bulmak ne mümkün derken, vurdum kendimi İngilizce sitelere. Zaman almadı, buldum, okudum İtalyan bu işi nasıl yapıyor, Lübnan'lı nasıl. Sonra telefona sarıldım, annemin tarifini aldım. Hikayenin özü çok basitti. İster sadece tuzla, olmadı tuzlu su ile, istersen çizerek, istersen kırarak, olmadı hiç müdahale etmeden, zeytinin acısını tuza bırakması sağlanıyordu. Tariften tarife, bu iş bir ila bir kaç ay alıyordu. Benim gibi bir acemi için en uygununun About.com'dan Salt Cured Ripe Olive Recipie (Olgun zeytin için tuz kürü tarifi) olduğuna karar verdim. Bir plastik kabın tabanına temiz bir el bezi yerleştirip, üstüne aynı miktardaki tuz ve zeytini karıştırarak doldurdum. Haftada bir defa karıştırmak dışında pek birşey yapmadan 6 hafta bekledikten sonra bu hafta tuzlarını temizleyip güzelce yıkadım. Tarifi ve annemin lafını dinlemeyip, kurumalarını beklemeden, yağ ve sirke ile kavanozlara bastım. Evet üzerlerindeki sular yağın içinde kaldı ama, napalım, ilk elin günahı olmaz. Lezzeti mi? İki gündür yiyoruz, biz çok beğendik. Sırada peynir işi var.

Pazar, Şubat 07, 2010

Global Game Jam 2010

Reçelin böylesini hiç görmemiştim. Bu kadar mı şahane bir organizasyon olur, dedim durdum. Geçen Cuma açılışından , Pazar kapanışına kadar etraflarında dolaştım çocukların. Global Game Jam, tüm dünyada yüzün üzerinde merkezde, bilmem kaç bin katılımcı ile yapılan oyun geliştirme etkinliği. Geçen sene izlemeyi çok istemiştim, olmamıştı. Bu sene etkinlik Enformatik Enstitüsü'nde oldu, bir yandan üst katta odamda iş yaparken, bir yandan aşağıya inip inip oyunların gelişimini seyrettim. 70 katılımcı 48 saat uyumadan oyun geliştirdiler. 15den fazla oyun çıktı ortaya. 4-5 tanesi hakikaten çok güzeldi. Seneye gene orada olacağım. Başta ATOM olmak üzere, emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

Paris dönüşü

İki hafta kadar oldu Paris'ten döneli. Ha bugün yazacağım, olmadı yarın akşam yazarım canım, derken günler geçti. Kendileri zaten bu aralar geçerken pek bana sormuyor. Çok güzel, çok yorucu, çok kıskandığım bir haftaydı. Altı günün 4 günü Eragny Organize Sanayii'nde Sony ilen Toyota fabrikalarının arasında kalan Sagem'de toplantı üstüne toplantı yaptım. Yetmezmiş gibi 4 günün 3 günü oturum başkanıydım. Kenara çekilip de iki dakka kafa dinleyeyim de diyemedim. Kötüsü Fransa savunma sanayii de bizimki gibi internetin kötülüklerinin farkına varmıştı. Sonuç, toplantı salonunda internetsizdik. Ha bu esnada canım sevgilim Rabik, çok sevgili dostum Bilge beyler ve eşi Özge hanımlar, o Pont Neuf sizin, bu Pompedue bizim, akşama kadar gezip, akşam kalan 3 gram enerjimle hayran kalmaya çalıştığım Paris konusunda açmak istediğim muhabbetlere, "Biz onu gündüz konuşmuştuk!" diyerek limon sıktılar. Durum o kadar da sıkıcı değildi tabi. Sabah 7'de çıkıp 2 -2.5 saatte vardığımız Avrupa Birliği'ne girmiş Sincan OGS kılıklı yerden akşamları 1.5 saatte dönebiliyorduk. Sonrasında 8 civarı kendimizi caddelere vurup, şöyle bir Paris çekip ciğerlerimize, mekanların en şahanesinden bol şaraplı, güzel yemekli, derin sohbetli geceler geçirdik. Cuma gününü de Montmartre ve Latin Square'e adayınca değmeyin keyfime. Sorbonne'un hemen önünde müşterilerinin yarısı en az 60lık hocalardan, diğer yarısı en çok 25indeki öğrencilerden oluşan kafelere oturduk sevdiğimle. Kafenin sigara büfesinden bir paket Gitane alıp, espressomun yanında birini tüttürdüm. Sonra el ele, o sahaf senin bu sahaf benim gezip, plak, dergi, kitap yüklendik. Kağıt bardakta sıcak şarap alıp, tekne ile Seine gezdik. Gönül daha ne ister?

Salı, Ocak 05, 2010

Lhasa'ya veda


Küçük, küçücük bir bir şarkı yaptın ve tüm gece boyunca onu söyledin. Yağmur yağdıkça, rüzgar estikçe söyledin. Sabah olana kadar söyledin. Biz bir ömür sesini dinlemek isterken, sen yeni gelen yılın ilk sabahında bizi bırakıp gittin. Güle güle...