Pazartesi, Kasım 28, 2005

Babam ve Oğlum

Yarım saat oldu filmden çıkalı. Eve doğru araba kullanırken nasıl yazsam film hakkında diye düşünüyordum. Elim gitmedi, önce bir Sözlük'ten okuyayım insanları dedim. Karar verdim. Ben anlatmayacağım filmi hissettiklerimi. Benim gibi hissedenlerin Sözlük'e yazdıklarını sunacağım.

nefis bir film. izlerken sarsılıyorsunuz ama sessizce; hıçkırma sarsıntısı mı, yoksa gülmenin verdiği bir sarsılmamı, işte bunlar iç içe geçiyor.

karakter çözümlemeleri o kadar doğal, acele etmeden ve yarım bırakılmadan yapılmış ki, film bittiği zaman acaba şimdi ne olacak diye sormaktan çok, egenin o köyündeki bu insanların gerçekliğini sorgulamaya başlıyorsunuz. ailenin iç dinamikleri senaryoda güzel yazıldığı gibi, çok güzel oyunculuklarla süslenmiş. zaten oyuncu kadrosundaki bazı isimler üzerine bahsetmeye bile gerek yok. filmin çekildiği yerler ege'nin ruhunu çok güzel yansıtıyor.

basit, sade ve belki de sıradan bir öykünün inanılmaz bir kurgu, anlatım ve oyunculukla insanın duygularına saldırdığı, türk sinemasının klasikleri arasında yerini alacağından emin olduğum film. filmdeki duygu akışını, kaynar sudan çıkıp buz gibi sulara girmek ve bu hareketi sürekli tekrarlamak olarak özetleyebiliriz.

benim de sana diyeceğim şeyle vaa. ben konuşmayı bilemem; sen benim oğlumsun canımdan öte cansın. bu gader diycem, gerisini sen anlayıve gaari...

öğreten, hatırlatan, bir de buradan bak dedirten film. anladık ki ''anne olmaya hazırlanırken alınan derin nefeslerin iç acıtışıyla başlayan ürpeti, dedenin torununa sarılması sırasında gözlerden damlarmış, sonrası kelimeye dökülemez, onca insanın içinde hıçkırıklarını tutarak yaşanırmış... ''. oyuncu karakterine ancak bu kadar hayat verebilir sanırım. ''hüseyiiiiiiiin'' en fazla bu kadar güldürerek hüznü bir kenara itebilir. bir de görüyoruz ki her hadiseyi omuzuna ilk alan yine kadın. toparlayan, çekip çeviren... yüreğinden damlayan yaşı gözünde tutan ama yüzü gülen. emeği olanlara ne mutlu...

sevdiğim insanları, kaybettiğim insanları, kaybetmekten korktuğum insanları düşündüren, düşündürdükçe ağlatan film.

anne ben geldim, üstüm başım

uzak yolların tozlarıyla perişan

çoktan paralandı ördüğün kazak

üzerinde yeşil nakışlar olan

anne ben geldim, yoruldum artık

her yolağzında kendime rastlamaktan

hep acılı, sarhoş ve sarsak

şiirler çırpıştıran bi adam

kurumuş kuyunun suyu,

incirin sütü çoktan çekilmiş

bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi

ayrık otları, dikenler bürümüş

kapıdaki çıngırak kararmış nemden

atnalı ve sarmısak duruyor ama

oğlum, mektup yaz diyen

sesin hala kulaklarımda

anne ben geldim, ağdaki balık

bardaktaki su kadar umarsızım

dizlerin duruyor mu başımı koyacak?

anne ben geldim, oğlun, hayırsızın

Perşembe, Kasım 24, 2005

Herkes Seni Seviyorum Der

En çok filmin sonunu sevdim. Eski karısı ile Pariste nehir kıyısındaki dans sahnesi. Film dünyanın güzel şehirlerine yapılan bir güzelleme gibiydi. New York zaten Woody Allen'ın tapınağı, onu anladık. Bu sefer kafileye Paris ve Venedik'de katılmış. Bol bol Central Park görüntüleri arasında dört mevsim NYC sunuyor Woody Allen. Paris'ten çatı katı görüntüleri, Venedik'in ara sokakları ile tam bir görsel şölen. Gene durmamak gezmek lazım, dünyada görülecek çok güzel yer var duygusunu yaşadım yoğun olarak.
Herkes Seni Sevşyorum Der bir Annie Hall veya Manhattan değil. Öyle bir derdi de olmamış zaten. Film boyunca aşklar, ilişkiler ve hayat hakkında büyük laflar söylenmiyor. Müzikal olmasının verdiği güçle eğlencenin dozu hep yüksek. Evin küçük kızlarından birini oynayan Nattalie Portman'ın (daha o zamanlar 14'ünde) ağlarken bile benim aşkla işim bitti diye şarkı söylemesi insanı pek eğlendirmekte. Merak ettiğim başka bir husus ise nişan yüzüğü alma sahnesinde Edward Norton My Baby Just Cares for Me söylerken, kariyerindeki en matrak sahnesininde oynadığının farkında mıydı?

Salı, Kasım 22, 2005

yalnız, yaşayacaksın; yalnız yaşayacaksın...

yaşamda kimse paylaşmayacak -paylaşamayacak-
senin tutkularını: onları, hep, yaşayıp yaşayıp,
unutacaksın.

yalnız, yaşayacaksın; yalnız yaşayacaksın...

oruç aruoba

Pazartesi, Kasım 21, 2005

Gevende

4. Ankara Uluslararası Caz Festivalinde bu gece güzel bir konser vardı. Evet, saat 6'daki Gevende konserinden bahsediyorum. Gevende bir Eskişehir grubu. Yaptıkları müziği psychedelik folk olarak tanımlıyorlar. Tür tanımları üzerinde tartışmak değil niyetim. Türü ne diye isimlendirirlerse isimlendirsinler, çok dinlemiş, çok düşünmüş, emek harcamış ve güzeli yaratmışlar. Müziklerinde balkan müziklerinden, klezmerden, İran ezgilerinden, Anadoludan bir çok tını var. Konserde Bregovic, Farjad, Feidman, Bratch cümleleri hemen yakalanıyordu. Vokal tamamen scat formundaydı. Özellikle bas ve davul müziğin dinamizmini belirliyorlardı. Güçlü bir gitarın eksikliği hissedilse de etkin bir keman boşluğu dolduruyordu. Trompet ise müziğin rengini değiştiriveriyordu. Eğlenceli müzikler yapıyor grup. Bir saat süren konser sonunda müziğin tadı damağımızda kaldı.

Eve gelir gelmez bir web siteleri var mı diye baktım. Var. http://www.gevende.com/ .Siteden 3 şarkılarının mp3'ü indirilebiliyor. Bir de klipleri var "Nem" isimli. Tavsiye olunur.

Pazar, Kasım 13, 2005

Arabamı Satıyorum!



Evet, arabamı satıyorum. 2000 Model Ford Fiesta Flair, klimalı, az yakar, problem çıkarmaz, vardır ufak tefek boyanan ve değişen yerleri, bunları çok kendine dert etmez. Biz niye mi ayırıyoruz yollarımızı, ben Ford'un optimum araba felsefesinden, Alfa-Romeo'nun fetiş araba felsefesine geçiş yapmak istiyorum çünkü. Neyse, sahibinden.com, mynet.com, gittigidiyor.com, arabam.com, Hürriyet ve Sabah gazetelerine ilan verdim. Bakalım araç satışı işini becerebilecek miyim?

Cuma, Kasım 11, 2005

Lars von Trier ve Sevin Okyay


Bu yazının başlığında Lars von Trier olması sadece Manderlay ile ilgili olan yazımla ilgili. Bu filmi seyretmeden bir ay kadar önce COGİTO 'nun dördüncü sayısını aldım. Bu sayının başlığı "AŞK"tı. Degide en ilgimi çeken yazı Sevin Okyay'ınki oldu. Yazının ilk cümlesi diyordu ki, dünyada sağlıklı tek bir ilişki vardır: Köle-Efendi ilişkisi. Tam Sevin Okyay'ın bu cümlesi kafamı kurcalarken seyrettim Manderlay'i. Film aklımdaki sorulara yeni sorular ekledi.

Sevin Okyay'ın yazısına geri dönersek, Sevin Hanım diyor ki köle-efendi ilişkisi, tarafların net olarak tanımlandığı, hem bu ilişki içindeki rolünü, hem de haddini bildiği bir ilişkidir, ve devam ediyor, üstelik acıdır ki bu ilişki ille de efendiler tarafından empoze edilmez, çağımızda köle-efendi ilişkisi, gönüllü kölelerin omuzları üstünde yükselmektedir. Eşitlik herkesin ideailidir. Ve bir ideal olarak kalmaya da mahkumdur. Eğer tepeden inme bir rejim tarafınadan bastırılarak kabul ettirilmemişse. Bu cümlelerin üstüne hemen akla filmdeki Grace'in verdiği dersler ve derslerde gansterlerin silahları ile kabul ettirmeye çalıştığı eşitlik ve demokrasi söylemleri akla geliyor. Yazı devam eder. Eşitlik tahammul edilmez bir şeydir. Herkes diğerlerinden daha eşit olmak ister. Sadece eşit olanlar köle düzeyine iner, daha eşit olanlar efendilik mertebesine çıkar. Gene film aklıma geliyor. Yüzlerini silah zoru ile karaya boyamış eski efendilerin zencilere yemek dağıttığı sahne.

Sevşn Okyay'ın bu yazıdaki odak noktası aşk ve ilişkiler. Diyor ki; bütün insani durumlar için geçerli olan köle-efendi ilişkisi aşki duramlarda geçerliliğin ötesine geçer. Nerdeyse kaçınılmaz hale gelir. İki kişi birliktedir. İkisi de ilişkisinin istikbali açısından, hatta sırf saadet daim kalsın diye, yekdiğerini hoş tutar.. değil elbet. O zaman bu, en azından, kabul edilmiş genel geçer hali ile aşkın ideali gibi birşey olurdu. Bırakın gözükara, tutkulu, efsanevi aşkları; efendi, haktanır, kadirşinas bir ilişki bile, enderi nadirattan artık. Ama buna rağmen beraberiliker, ebediyen olmasa da devam ediyor. İnsanlar, birlikteliklerinin her türlü desteğini müsrifçe tüketmiş gibi göründükleri hallerde bile yekdiğerinden ayrılmıyor. Nasıl oluyor, öyleyse? Çünkü taraflardan bri köle diğeri efendi. Aslında kimin köle ve kimin efendi olduğu da, hayli tartışmalı bir durum. Köle efendi ilişkisinde, efendi tembel. Köle ise, efendye bağımlı, onun isteklerini yerine getiriyor, çalışıyor. Efendi ise, çalışmak zahmetine katlanmıyor. Köle açısından dezavantajmış gibi görünen durum aslında büyük bir avantaj. Çünkü kölenin gayreti, ters yönde bir bağımlılık doğurur. Yani ikisinden hangisi güçlü diye soracak olursanız, ...

Yani ikisinden hangisi güçlü diye soracak olursanız, sorar mıyız? İlişkilerdeki köle efendi durumunun da sorumlularu efendiler midir? Hangimiz efendiyiz? Ne zaman? Yoksa köle olmanın gücünü mü kullanırız? Trier'in Amerika eleştirileri ile ilişkilerimize bakar mıyız? Bakmalı mıyız?

Biz de ilişkilerimizde benliğimiz ve eşimizi resimdeki ilandaki gibi açık artırma ile satar mıyız ?

Sorular, sorular ve sorular ...

Evim - 39 Derece 53 Dakika 30.22 Saniye Kuzey, 32 Derece 48 Dakika 02.71 Saniye Doğu

Manderlay


Trier'in Amerika - Fırsatlar Ülkesi üçlemesinin ikinci filmini de seyrettim. Daha önce de bir çok sefer olduğu gibi gene bir Trier filminin çıkışında, filmdeki görsel şölenden, anlatımdan, dilden serhoş olmuş bir şekilde ama ama ne şimdi bu adamın duruşu diye kalakaldım.

Hikaye Grace'in bu sefer de köleliğin sürdüğü bir çifliğe demokrasi ve özgürlük götürme isteğini seyrettim. Cümleyi böyle kurunca Amerika'nın Irak'a, Afganistan'a demokrasi ve özgürlük götürmesine ne kadar da benzedi. Evet, tabi ki böyle bir kavramsallaştırma var filmin arkasında ama benim asıl paylaşmak istediğim soru, tüm iktidar çelişkileri, efendi ve köle arasındaki karşılıklı bağımlılık pek güzel anlatılmışken filmde, yazılar geçerken ki o gösteri de ne idi?

Nerde duruyor Trier? Filmde ne de güzel veriliyor bir çok çelişki. Efendinin köleye, köle olarak kulanmasının yanında onu özgürleştirilmesinde kendine biçtiği rol. Öğreten adamlık. Özgürleştiricilik. Demokrasi götüren sihirli el olarak efendi egosonu beslemesi. Kölenin ise köleliğin kötülüğünü kullanarak kendini acındırmasının yanında varoluşu, seçimleri ve temel yaşama ihtiyaçlarını sağlama sorumluluklarını efendiye atarak kazandığı rahatlık.

Bu çelişkilerin sunumundan sonra Trier hakikaten tüm sorumluluğu tüm bu çelişkileri yaratan efendiye mi atıyor?

Ben düşününce bire bir ilişkilerimden, sosyal birlikteliklerime, iş hayatımdan, akademik hayatıma, yaşadığım topraklarda yaşananlardan, dünyanın durumuna gördüğüm, hisstiğim tüm bu efendi köle durumlarının sorumluluğunu bu durumu yaratan efendilere mi atıyorum?


Çarşamba, Kasım 09, 2005

Şık Güzel Bir C++ Tutorial'ı

http://www.cplusplus.com/doc/tutorial/

C++ as a Second Language gibi bir tutorial. Genel PL kavramlarını öğretmekten çok, kavramların C++'daki uygulama biçimlerini tanıtıyor. Hızlı ve verimli bir şekilde dile ısınmak için kullanılabilir.

Salı, Kasım 08, 2005

Blake Edwards

Blake Edwards
Pembe Panterler, The Party, The Great Race gibi sevdiğim filmlerin yönetmeni aynı adammış. Blake Edwards. Bu adamın diğer filmlerini de seyretmeli.

What keeps mankind alive?


You gentlemen who think you have a mission
to purge us of the seven deadly sins
should first sort out the basic food position
then start your preaching, that's where it begins

You lot who preach restraint and watch your waist as well
should learn for all time how the world is run
However much you twist, whatever lies you tell
food is the first thing, morals follow on
So first make sure that those who now are starving
get proper helpings when we all start carving

What keeps mankind alive? The fact that millions
are daily tortured, stifled, punished, silenced, oppressed
Mankind can keep alive thanks to its brilliance
at keeping its humanity repressed
For once you must not try to shirk the facts
Mankind is kept alive by bestial acts

You say the girls may strip with your permission
You draw the line dividing art from sin
So first sort out the basic food position
then start your preaching, that's where it begins

You lot who bank on your desires and our disgust
should learn for all time how the world is run
Whatever lies you tell, however much you twist
food is the first thing, morals follow on
So first make sure that those who now are starving
get proper helpings when we all start carving

What keeps mankind alive? The fact that millions
are daily tortured, stifled, punished, silenced, oppressed
Mankind can keep alive thanks to its brilliance
at keeping its humanity repressed
For once you must not try to shirk the facts
Mankind is kept alive by bestial acts

Mankind can keep alive thanks to its brilliance
at keeping its humanity repressed
For once you must not try to shirk the facts
Mankind is kept alive by bestial acts

Pazar, Kasım 06, 2005

"Before Sunset" veya bazı filmler ayağınız yerden kesebilir ...

let me sing you a waltz
out of nowhere, out of my thoughts
let me sing you a waltz
about this one night stand
you were for me that night
everything i always dreamt of in life
but now you're gone you are
far gone all the way to your island of rain
it was for you just a one night thing
but you were much more to me
just so you know
i hear rumors about you
about all the bad things you do
but when we were together alone
you didn't seem like a player at all
i don't care what they say
i know what you meant for me that day
i just wanted another try
i just wanted another night
even if it doesn't seem quite right
you meant for me much more
than anyone i've met before
one single night with you little (jesse)
is worth a thousand with anybody
i have no bitterness, my sweet
i'll never forget this one night thing
even tomorrow, another arms my heart will stay yours until i die
let me sing you a waltz
out of nowhere, out of my blues
let me sing you a waltz
about this lovely one night stand

Moğollar Konseri


Lise iki idi yanlış anımsamıyorsam. Moğollar daha yeniden yenice toplanmışlar. Eskişehir'de konser verecekler. Biz nasıl da mutluyuz. Anodolu Pop'un yeniden icra edilecek olması. Bizim yetmişlerde sonra bu müziği ilk canlı dinleyenler olacak olmamız hepimiz çok heyecanlandırmakta. Hep beraber dümteka dümtek diyeceğiz, Çanakkale İçenden'i söyleyeceğiz. Yatakhanede birimizin çarşafını feda edip kocaman bir pankart hazırlamıştık. Pankarta ne yazdık anımsamıyorum. Konserden sonra da gidip konserin afişini imzalatmıştık. Bu afişi babam çerçeveletip Sındıgı'daki odama asmıştı. Afiş hala ordaydı :). Konsere gidenlerden kimlerde hala bu imzalı afişlerden duruyorki?

Çocukluğumun geçtiği ev ...



Bayramların güzelliği bu herhalde. Bayramlar da Ankara'daki koşuşturmaca içinde aklıma bile gelmeyen güzelliklere zaman ayırma fırsatım oluyor. Bu bayram da, her zamanki gibi soluğu kasabamızda, Sındırgı'da aldık. Bayramlaşmalardan sonra hemen çocukluğum geçtiği Sındırgı'daki evimize gittim. Ev hala kullanılır durumda. Annem ve babam, havalar güzel olduğunda fırsat bulduklarında gidip kalıyorlar fakat ben o evde kalmayalı nereden baksanız 8-10 sene olmuştur. Evi fotografladım. Bahçedeki nar ağaçı nasıl güzel meyve vermiş. Nar topladım. Çocukluk günlerimi düşündüm...


Arka bahçe ve nar ağacı ...

Dr.Strangelove or: How I learned to stop worrying and love the bomb


Stanley Kubrick'in böyle bir filmi olduğunu biliyordum ama hiç bir izleme isteği duymamıştım. Kara komedi olduğunu da biliyordum aslında, hatta izlemek istemememin en büyük sebebi de Kubrick'e bir komediyi yakıştıramamamdı herhalde.
IMDB'den en beğenilen filmler listesine bakarken farkettim ki filmimiz en beğenilen komedi filmleri listesinde birinci sırada yeralmakta. Durum bende bir merak uyandırdı ve seyretmeye karar verdim.
Film başlar başlamaz ilk şok Peter Sellers oldu. Peter Sellers filem üç ayrı karakteri canlandırmakta. Ve üçünde de birbirinden başarılı performans sergilemekte. Film muhteşem bir kara komedi. Yönetenler ve savaş üstüne bir tekerleme gibi. 'Peace is our profession' yazisi altinda yapilan silahli catismalar, Dr.Strangelove'ın "mein fuhrer i can walk!"diyip ayağa kalkması :), başkanın generalini "this is the war room, you can't fight here" diye azarlaması filmden aklımda kalan sahneler.
Seyretmeyenlere ısrarla tavsiye edilir.

Çarşamba, Kasım 02, 2005

Rahmi'nin Masaüstü Duvarkağıtları

http://www.nt.ntnu.no/users/lale/salad.php adresinde Rahmi'nin tasarladığı masaüstü duvarkağıtları var. Ben çok beğendim. Keyifle kullanmaktayım. Meraklılarına duyrulur.