Pazar, Kasım 25, 2007

Siyasal bir simge olarak şapka

Şapka devriminin 82. yıldönümünde, siyasal bir simge olarak şapkanın Türkiye'nin modernleşmesindeki yerini M. Kemal'in sözleri ile anımsayalım.
Efendiler, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, gerçekte medenidir. Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi size diyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat etmek ve göstermek zorundadır; medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla, medeni olduğunu göstermek zorundadır. Kısacası medeniyim diyen Türkiye’nin gerçekten medeni olan halkı baştan aşağı dış vaziyetiyle de medeni ve olgun insanlar olduklarını fiilen göstermek zorundadırlar.
...
Medeni milletlerarası kıyafet, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta “siperi şemsli serpuş”, bunu açık söylemek isterim, bu başlığın ismine “şapka” denir.

Los Angeles'da

Neyse efendim, nerede kalmıştık? Sabah erkenden uyandım. "Şahane" bir Days Inn kahvaltısından sonra koyuldum yollara. Ver elini Hollywood. Sabah erken. Saat 11'de MOCA (Museum of Contemprary Arts) açılmadan gezinin bu ayağını tamamlamak niyetindeyim. Arabayı parketme işini çok kolay hallediyorum. Hollywood-Highland alışveriş merkezinin parkyeri, alışveriş merkezindeki bir mağazadan (örneğin Starbucks) alış veriş yapmak kaydı ile 2.5 USD. Hollywood çok uzun bir parkur değilmiş. Etrafa bakınarak, yerdeki yıldızlar sayarak, ufak tefek alışveriş yaparak bir saat kadar vakit geçirdim. Sırada MOCA ve Walt Disney Konser Salonu vardı. İkisi de çok keyifli idi. Önce MOCA'yı gezdim. Gordon Matta Clark isimli bir sanatçının (mimarın) bina algısı üzerine bir sergisi vardı ki içindeki her bir işe ayrı ayrı hayran kaldım. Müzeden çıkıp Walt Disney Konser Salonunu turladım. Bu garip binanın etrafında döndükçe bu sefer benim bina algımın biraz şakülü kaydı.
Gezinirken öğleyi ettim. Öğleden sonra Fatih'i hava alanından alıp, önce Santa Monica Pier'e gidip ayaklarımızı okyanusa soktuk. Daha sonra da Hollywood'a dönüp, her web sitesinde tavsiye edilen Mel's Drive In'de akşam yemeği yedik.Fotograftan hemen farketmişsinizdir. Fatih kazasız belasız :) Los Angeles'a ulaşmış olmaktan çok mutlu idi. Ne yalan söyleyeyim, ben de en az Fatih kadar mutlu idim. Ertesi günden itibaren çalışmaya başladık. Hal böyle olunda planlar akşama kaldı. Bir akşam Universal Film Stüdyosu, bir akşam alışveriş, bir akşam da çalıştığımız yerde, Whittier'da takıldık. En çok Whittier'ı sevdik. Bahçesinde masalı sandelyeli kafeleri, içerisinde sigara içilen Havana barı, sahafı, bisikletçisi ve sakinliği ile gönlümüze taht kurdu.
İşlerimizi toparladığımız, son geceye gelince :) Koşaraktan NBA maçına gittik. Clippers, Denver'a karşı. Maçı Clippers aldı. Biz mi? Keyifli bir maç seyrettik, bir sürü fotograf çektik, uzak doğulusu, latini, zencisi bir sürü insana bakıp bakıp, Allah Allah, şu insanoğlunun kaç çeşidi var dedik, güldük, eğlendik. Türkiye'ye dönüşümüz muhteşemdi. Perşembe öğleye doğru düştük yollara. Ankara'da evime geldiğimde ise Cuma gece yarısı olmuştu. Uzun bir yol vesselam.

Cumartesi, Kasım 17, 2007

Masal

Bahse konu masaldaki esas oğlan benim.

Los Angeles'e giderken

Şahane bir heyecanla yola çıkmıştım zaten (Yakında). Havaalanına varınca, check in deskine yaklaştık Fatih ile. Bir yandan da planları gözden geçiriyoruz. Kaçta nerde olacağız felan derken sıra bize geldi. Deskteki görevli bana bakarak buyurun beyfendi biletiniz dedikten sonra Fatih'e "Kusura bakmayın sizi gönderemiyorum, pasaportunuzun süresi bitmiş" dedi. Saat sabahın 4ü. Fatih ile birbirimize bakakaldık. Derken ayrıldık, ben uçağa giderken, Fatih müşteri hizmetlerine doğru ilerleyip, biletini ertesi güne aktarmaya koyuldu. Münih'e kadar kafam bir milyon oldu. Neyi nasıl yapsam, otel, araba, eğitim, harcirah, adresler, of ki ne of, her şey darma dağın oldu. İndim, hemen wireless'ın saatin 8 Avra verdim, başka yakın bir otelde rezervasyon yapsam, arabayı iptal etsem gibi planlar uygulanabilir mi derken, Fatih bana ulaştı ve biletini Cumartesi'ye aldığını, pasaportta da çok bir sıkıntı olmayacağının ortaya çıktığını ve çok büyük bir ihtimalle bir gün gecikme ile Los Angeles'e ulaşacağını bildirdi. Bu rahatlıkla, LA uçağında 9 saat uyudum. Toplam 12 saat olan yolculuğun geri kalanı da ya yemek yiyerek yada yanımdaki Hintli amca ile sohbet ederek geçti. LAX'a ulaştığımda artık Fatih'in kesin geldiğini, oteli arayıp rezervasyon problemlerini hallettiğini öğrendim. Ver elini Alamo Rent a Car. Mid Size olarak 380 USD kiraladığımız araç yok vergi yok benzin derken gene 480'i buldu. Gıkım çıkmadı. Bir sürü Mid Size arasında, herşeyin yoluna girmesi şerefine, en janjanlısı, zenci işi, HHR'ı seçtim. Aldım arabayı çıktım yola daha 10 dakka geçmemişti LA trafiği nedir farkettim. Direk trafiğe saplanmıştım ki süpriz. Araba NO FUEL diye bağırmaya başladı. Ama, ama tam 50 USD aldılar bunlar benden benzin için noluyor be diyip, ilk çıkıştan çıktım. GPS'e eve dön dedim. Fakat trafik bir yandan, yanan benzin lambası öbür taraftan, Alamodaki adamların biz size bunu dolu depo verdik deme ihtimalleri derken gene sinirler biraz gerildi. Tek başına zor bu işler. Tam bir saat sonra Alamo'da derdimi anlatıp, depoyu fulletip yeniden yola çıktım fakat bu sefer artık yorgunluktan ölüyordum. Command Rejection (Komuta itaatsizik). Tam olan bu. GPS Turn left and keep left (Sola dön solda kal) diyor, ben sola dönü anlayıp, gerçekleştirebilsem bile nerde kalmam gerektiğini kesin unutuyordum. Çok zor oldu otele gelmek. Üç dört çıkış kaçırdım. Allahtan GPS yeniden hesaplama yapıp ısrarla sizi istediğiniz yere götürüyor. Otele yerleştim. Gene en şahanesinden, bir yandan acaba güvenli bir yer mi ki burası? derdirtirken, bir yandan da Allah devlet kurumu kadar daş düşürsün başınıza, gene bizi 3. sınıf otellere mahkum ettiniz ülen, diye küfrettiren bir mekan. Açtım. Yakında hangi restoranı önersiniz diye sorunca desk'e, kesin 18'in küçük melez ergenimiz, bir yandan aynada saçlarını düzeltirken, Tai var İtalyan var Meksika var. İtalyanı boşver, ben Tai sevmem, orayı bilmiyorum, sen en iyisi git Meksika ye buyurdu. Taşımıcam ülen bu laptop ile kamerayı diyip, ne olursa olsun diyip, odaya eşyaları attıktan sonra, komuta itaat edip, yürüyerek 50m aşağıdaki Meksika restoranına gittim. Molcasalsa. Bizim mahelle pidecilerinden az hallice. Two Beef Burritos ( İki tane etli lavaş) ve çilek suyu siparişimi alıp odama döndüm. Az önce lavaşlaran biri ile çilek suyumu götürdüm. İkinci lavaşı yersem, midemi elime alabilirim. İhtiyatlı davranmak lazım. Malum daha ilk gün. Şu dakikada yola çıkmak için uyanalı 27 saat 40 dakika oldu. Saat burda 8:40 PM. Az daha uyumamam lazım. Bloga yazacak başka birşey kalmadı. Biraz da televizyon seyredip, sonra uyuyayım. Umarım sabah tertemiz kalkarım.
Devamı gelecek...

Pazartesi, Kasım 12, 2007

Hani kurşun sıksan geçmez geceden

genciz, namlu gibi,
e çatal yürek,
barışa, bayrama hasret
uykulara, derin, kaygısız, rahat,
otuziki dişimizle gülmeğe,
doyasıya sevişmeğe,yemeğe...
kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
ve asıl biz biliriz kederi.
A.Arif

Pazar, Kasım 04, 2007

Taşlar yerinde ağır...

Dün Fatih Akın'ın son filmi Yaşamın Kıyısında'yı, bugün de Tony Gatlif'in Gadjo Dilo'sunu seyrettim. Fatih Akın Almanya'da yaşan Türk kökenli bir yönetmen, Tony Gatlif de Fransa'da yaşayan Cezayir kökenli bir yönetmen. İki film de "öteki"yi anlatıyor. Zannımca iki yönetmen de öteki olmayı iyi biliyorlar. Yaşadığımız günlerde bizim dışımızdaki herkes öteki. Kimlik politikaları tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Etnik kimlikler, dini kimlikler, politik kimlikler. Bizim dışımızdaki herşey ya kötü ve düşman; savaşılması, yok edilmesi, yola getirilmesi gerekiyor ya da ilginç; incelenmesi, pohpohlanması, acınması, "ortaya çıkarılması", hatta pazarlanması gerekiyor. İkinci düşünce de en az birinci kadar tehlikeli, değil mi?

Sözlükte Tony Gatlif ile ilgili "Emir Kusturica için 'aman ne de güzel anlatmış çingeneleri' diyenlere verilebilecek en iyi cevap Tony Gatlif filmleridir. Tony Romanlar ile film çekmeye gittiğinde 'aha film yönetmeni' geldi demez Romanlar, 'aha bizim Tony gelmiş' derler." diye bir yazı var. Almanya'daki Türkleri anlatırken Fatih Akın ne kadar rahat. İki yönetmen de filmlerinde kendi kimliklerinin ne kötü, ne de ilginç olduğunu, insana dair olduğunu anlatıyorlar. Acıyı, sevgiyi, coşkuyu, nefreti, inadı, kendi dilince, kendi halince, kendi coğrafyanda ve öznel şartlarında geliştirdiğin şekilde yaşamanın ne düşmanlığı ne de ilginçliği hak ettiğini anlatıyorlar.

Perşembe, Kasım 01, 2007

Ticarethane değil, üniversite!

Nasıl anlatacağız bunun anlamını. Bugün yeni yapılan baraka spor salonunda görevli kız bas bas bağırıp sağa sola emirler yağdırıyordu. Havlusuz giremezsin, kimliğin nerede, alın bu çantaları buradan! Zaten tüm salon da uyarı yazıları ile dolu. Ne zamandır canıma tak etmişti. Spor yapandan para almak da nereden çıktı, spor salonlarına koruma memurları koymak bunlar akıl karı değil. Büyüklerimiz herşey gibi spor yapma eyleminin de alınır ve satılır bir meta olmasını buyurmuşlar. Hal böyle olunca da bir ürün (sınırlarını ve şeklini satanın belirlediği - havlu ile gelinecek, çantalar dışarıda bırakılacak, mazallah kolsuz atlet giyilmeyecek) , bir tezgahtar (o da bas bas bağıran kızcağız) ve bir de müşteri (parasını verince gönlü rahatlayan, spor yaptım artık her bi kasım acayip seksi olacak, ben de kendimi şahane satacağım diyen öğrenci) . Gidip konuşayım da anlatayım istedim. Ben de eskidim ya artık okulda, biz eskiden büyük spor salonunda, ne karışan vardı, ne görüşen, ne para soran, ne kimlik gül gibi sporumuzu yapardık. Spor yapılan alanı paylaşmayı, birlikte spor yapmayı öğrenirdik. Bunun mutluluğunu taşırdık. Orda spor yapanlarda "birlikte bir iş yapma" eyleminden dolayı birbirlerini tanırlar, severler ve sayarlardı. Spor alınan ve satılan bir meta değildi. Üniversite sadece dersliklerinde değil barındırdığı diğer olanaklarla da bir eğitim eylemi içinde olmalı. Satın almayı değil sahip olmayı ve paylaşmayı, toplumsal dayanışmayı da öğretmeli diye anlatayım istedim bas bas bağıran kızımıza. Madem kendiler bir üniversite çalışanı, bir mesleki duruşu olmalı, değil mi ama. Hemen ağzımın payını aldım. Ben onları bilmem, bu konuları düşünüp tartışamam diye buyurdu. Tabi ya yeni nesilin tüm politik duruşu Facebook'da profil resimlerine Türk bayrağı koyup, durumlarını da "Dilşah is askere gitmek istiyooooooooooooooo" yapmak. Sonra kendimi yaşlı hissettim. Gençlere hassasiyetleri olmadıkları için çıkışan orta yaşlı insan. Ben miyim o? Yok canım, o kadar da değil.