Cuma, Mayıs 30, 2008

İlk fotograf yarışması ödülüm

2001 yılında başlayan fotoğraf maceramda ilk defa bir ödül alıyorum. EFSAD geçen hafta Eskişehir'de fotoğraf haftası düzenledi. Hafta sonuna denk gelmesi nedeni ile sadece Cuma ve Salı etkinliklerine katılabildim. Cuma günü EFSAD camiası ile tanışmak açısından çok güzel oldu. En çok da Görüntü Estetiği, Fotoğrafa Başlarken ve Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi kitaplarının yazarı Levend Hoca yanımıza gelip, "Çocuklar sizi tanımıyorum, kimsiniz siz, nerden geldiniz, ne yaparsınız ?" dediği zaman mutlu oldum. Etkinlikler kapsamında ilk olarak Altan Bal'ın Kamyoncular gösterisini seyrettik. İşi daha önceden biliyordum ama gene de bir gösteri olarak seyretmek çok keyifli idi. Gösteriyi Fotoroportaj.org'dan Ali Saltan yaptı. Onunla da tanışma, ayak üstü de olsa fotoğraf üstüne iki satır konuşma fırsatımız oldu. Pek keyifliydi. Salı günü de Milliyet gazetesinden Hüseyin Özdemir'in Diğer isimli gösterisini seyrettik. Milliyet gibi bir gazetede çalışan bir fotomuhabir için hayat nasıldır hakkında fikir sahibi olduk.
Etkinlikler içinde bir de Cuma günü başlayan bir Fotomaraton vardı. Cuma günü konu verilecek, Pazartesi'ye kadar da verilen temada beş fotoğraf çekilecek ve teslim edilecekti. Zor da bir tema seçmişler. "Su". Cumartesi uzun nöbetim boyunca ne çeksem nasıl çeksem diye düşündükten sonra hikayeyi kurdum. "Su ile ne yıkıyorum?" başlığı ile ellerimi, bulaşıklarımı, çamaşırlarımı, meyve sebze ve fotoğraf yıkayacaktım. Pazar akşamı çekimleri yapıp aralarından seçtim. Pazartesi de ekibe ulaştırdık. Bugün sonuçlar açıklandı. Birinci olmuşum. Çok mutluyum. Merak edenler için fotoğraflar fotoğraf blogumda. Nice fotoğraf yarışmalarına diyorum.

Pazar, Mayıs 25, 2008

Çocuklarımız var artık

Güneş'imiz dün doğdu. Mehmet'imiz ve Berna'mızın oğulları Güneş dün dünyaya gözlerini açtı. Çocuklarımız var artık. Deniz'imiz, Ece'miz, Kiraz'ımız ve Güneş'imiz. Güzel günler göreceğiz, Güneşli günler. Güneş de artık yaşama sevincimizin, umudumuzun bir parçası. Hoş geldin Güneş. Hoş geldin aramıza güzellik.

Cuma, Mayıs 23, 2008

At kendini uçurumdan aşağıya!

Almanya'da, otokrasinin, faşizmin, totaliterizmin dünyada doruk noktasını deneyimlediği topraklarda, bu deneyimin üzerinden 60 sene geçmesine rağmen hesaplaşma bitmiyor. "Die Welle", "Tehlikeli Oyunlar" da böyle bir film. Filmde pek çok ilginç nokta vardı ya bana ilk dokunan lise öğrencilerinin otokrasinin veya Almanya'da özdeşleştiği hali ile faşizmin nedenlerini bir çırpıda sayıvermeleri oldu. İnsanların işsizlik, ekonomik ve sosyal yokluk içinde nasıl varoluşlarını bir aidiyet içinde beslediklerini anlatmaları, bizim ülkemizin lise öğrencilerinden beklenmeyecek bir sosyal olgunluk göstergesiydi. Almanya nazizm ile hesaplaşırken kendi eğitim sistemi içinde demokrasi anlayışını yoğurmasının hikayesi olan filmde, toplumsal belleğin nasıl yaratıldığı ve korunduğu üzerine bir çok ipucu var. Otokrasinin kullandığı yöntemler, birey ve topluluk üzerindeki etkileri lise bitirme projesi çerçevesi içinde bir çırpıda anlatılıveriyor. Biz ise bırakın liselerde demokrasinin erdemlerini içselleştimiş bireyler yetiştirmeyi, 6-7 Eylül, Sivas veya Maraş gibi toplumsal utançlarımızla yüzleşmekten çok uzağız. Ülkemizde bir yandan siyah/mavi önlükler ile mini mini çocuklara andımızı söyletip, bir "disiplin" içinde uygun adım askeri bir düzen ile tasarladığımız sınıflara alıp, coğrafyanın bile "milli" olanını öğretmeye çalışıyoruz. Öğretmenlerin mutlak egemen olduğu, öğrencinin resmi ideoloji dışına burnunu bile çıkarmasına izin vermeyen milli eğitimimiz 1930'ların dünyasındaki yöntemleri aşmaktan çok uzak. "Fikri hür vicdanı hür" nesiller yetiştirmek ise sözde bile "ideal"imiz değil. Öte yandan ülkede iktidarı elinde bulunduran kesim ise otokrasinin tüm yöntemlerini kullanmakta. Örtünmek dini bir gereklilik olmaktan çok öte, egemen siyasanın üniforması olarak kullanılmakta. İnsanlar yokluk içinde aidiyeti cemaatlerde buluyorlar. Bu durum hem siyasal hem ekonomik rant olarak kullanılıyor. Bu iki kutup arasında bir o yana bir bu yana sallanan sarkacı kırmak ise çok zor gözüküyor. Bir yandan ekonomik bir gelişkinlik yaratmak gerekirken bir yandan da sosyal bir değişimi yaratacak mekanizmaları kurmak gerekiyor. Bunun hangi motivasyon ile yapılacağı da başka bir soru. Almanya sineması bu filmle bir kez daha demokrasinin değerini vurgulamak için üstüne düşeni yapmış. Seyredilmesi ve üstünde düşünülmesi gereken bir film.

Salı, Mayıs 20, 2008

Mazi kalbimde bir yaradır

16/05/2008 tarihinden itibaren sinemamız artık hizmet vermemektedir. İlk gençliğe ait bir efsane daha tarihe karıştı. Artık kimse Kılıçoğlu'nda film seyredemeyecek. Eskişehirliler son dört gündür biraz eksildiler. Bir parçalarını alışveriş merkezleri, tüketim toplumunun amansız akışı kaptı. Sinema eskisi gibi, bir çok Anadolu kentinde bir tane bulunan, babadan, dededen sinemacıların yapacağı iş olmaktan çoktan çıkmıştı. Ankara Akün'ü kaybetti önce, Eskişehir Arı'yı. Geçen yaz Kavaklıdere karlı olmadığı nedeni ile kapandı. Balıkesir'in Şan Sineması son günlerini yaşıyor belki de. Küresel dağıtım firmalarının tekelindeki sinemaya bağımsız yapımcıların ve dağıtım şirketlerinin veya küçük sinemaların dayanması neredeyse imkansız. Kızılırmak belki de elimizdeki son kalan değer. Koruyup kollamak lazım. Bilmiyorum belki de vazgeçmek lazım. Amazon'a girip, olmadı köşedeki kopya DVDciye uğrayıp istediğimiz filmi almak mı lazım? 106 ekran televizyonlarımızda, 5 artı 1 kablosuz ses sistemlerimizle blueray disklerimizden "yabancılaşma" üstüne yapılmış Avrupa filmlerini izleyip, "biz nerede yanlış yapıyoruz?" diye mi düşünsek?

Pazartesi, Mayıs 19, 2008

Kurucaşile, olmadı Amasra

19 Mayıs'ı fırsat bilerek aldık haritayı önümüze, vurduk kendimizi yola. Planımız sabah erken Ankara'dan çıkıp öğle yemeğini Amasra'da yemek, akşam yemeğine Kurucaşile'ye geçmek. Geceyi de Kurucaşile'deki Ural Otel'de geçirmekti. İki hafta öncesinde Amasra'da yer bulamayınca böyle bir plan yapmıştık. Günümüz çok şahane başladı. 45'lik dinleye dinleye Amasra'ya vardık. Dalgakırandan başlayan güzel bir yürüyüş sonrasında acıkan bünyeyi Çeşmi Cihan'da balığa doyurduk. Eksik kalmasın aman diyip atladık bir tekneye, o dalga senin bu dalga benim, denizden de bir Amasra turu attıktan sonra közlenmiş mısırlarımızı alıp koyulduk Kurucaşile yoluna.
Bu kadar mı yeşil olur, asfaltın çatlaklarından yeşil fışkırıyordu adeta. Karadeniz'in denize paralel dağlarının eteklerinde bir o yana bir bu yana süzülerek 40 km'yi bir buçuk saatte aşıp Kurucaşile'ye vardık. Çok sakin, hakikaten küçük, huzur veren bir kasaba bulduk karşımızda. Yeşil deniz ile kucaklaşırken araya yerleşmiş insancıklar. Fakat otelin, öyle web sitesindeki afilli turistik durumla hiç mi hiç alakası yok. En güzel yeri, bahçesindeki çay bahçesi. Bir poyraz vardı ki bahçede oturmak bile kısmet olmadı. Otelde çoğunlukla tersanede çalışan işçiler kalıyormuş. Odalar pejmürde. Şöyle ki bize ilk gösterdikleri odanın banyosunun camı yoktu. Gazete ile örtmüşler, o da yağmurda erimiş. İkinci odaya sigara kokusundan girmenin imkanı yoktu. Sezonda nasıldır bimem ama Mayıs ayı için iyi bir tercih olmadığını söyleyebilirim. Kurucaşile'yi şöyle bir çay içmek için durulacak güzel bir Batı Karadeniz kıyı kasabası olarak listemize ekledik. Ama kalınacaksa, ille de Amasra. En kalabalık gününde akşamın 8'inde geri döndüğümüz Amasra'da bir ev pansiyon kiraladık. Eşyaları eve atar atmaz güneşi batırmaya küçük liman kıyısında Konak Cafe'ye gittik. Sonrasında Çınar Restoran'da bir balık ziyafeti daha çektik. Kalabalık olduğundan 9'da verdiğimiz siparişi saat 11'de yiyebildik ama olsun.. Tüm restoran bu durum ile o kadar eğleniyordu ki sormayın gitsin. Siz garsona sesleniyorsunuz, "Ustam salata nerde kaldı?" diye, yandaki amca cevap veriyor, "Ohooo, daha dur, siparişi vereli 10 dakika oldu, onun yarım saati daha var." diye.Pazar günü denize nazır güzel bir kahvaltı sonrasında Safranbolu'ya geçtik. Çarşı pek bir kalabalıktı. Kalabalık yakışıyor Safranbolu çarşısına. İncik boncukçular arasında kaybolduk. Konak gezdik. Bir demirci ustasına hal hatır sorduk. Yorulmuş, "soluklanayım hazır siz gelmişken" dedi, çay söyledi. Muhabbetine eşlik ettik. Cevizli yayım, üstüne zerde yedik. Hasır şapka yetmedi bir de tahtadan üç boyutlu bir bulmaca aldım kendime. Son bir çarşı içine uğrayıp türk kahvesi içtik. Gül yaprakları dolu bir tepside yanında karadut şerbeti ile sundular kahveyi. Mutlu olduk.
Akşam üstü çıktık Safranbolu'dan. Kardemir'in o büyülü görüntüsü önünde fotograf çekinmek için durduk. Görenler gülmüştür ya olsun, "fabrikanın önünde de fotoğraf çekilir mi?" çekilir tabii. Hele ki o fabrika, ağır sanayiinin ikonu olmuş bir demir çelik fabrikası ise. Son olarak da yol üstünde Çay ilçesindeki kahveye uğradık. Kahveci amcanın halini hatrını sorduk. Daha önceden de uğradığım bir kahve idi. Amca hoş sohbet, yaşı iyice geçkin, çay parası almadı bu sefer bizden. Uğurlar olsun diyip yolcu etti bizi. İki günlük çok güzel bir seyahat oldu. Gezmek çok güzel bir şey, kesinlikle.

Salı, Mayıs 13, 2008

Yaşamın içkinliğinin

Hayvan, bitki, çocuk ve Yumurta, Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Zeynep DİREK'in Yumurta filmi üstüne yazdığı yazının başlığı. Yazı film hakkında okuduğum en derli toplu eleştiri. Yazının beni en çok etkileyen bölümünü aşağıda sunuyorum. Bu parçanın üstüne tıklayarak da yazının tamamına ulaşabilirsiniz.
Ölüm dünyanın sıradan gündelikliğini, iş güç peşinde yuvarlanıp gitmeyi, varolmak uğruna küçük hesap kitap yapmayı askıya alır; bizi özsel bir yanımızla ait olduğumuz kutsalın alanına döndürüverir; dünyanın ardalanından görünen doğal yaşamla ilişkimizi yeniden kurar. Marketten yumurta almakla, yumurtayı kümesten, bir tavuğun altından almak çok farklıdır. ‘Çok sevilen’, ‘yeniden döşenen’ bir kent evi ile bu ekonominin tamamen dışında bulunan, modern bir mutfağı olmayan, güzelliğin eşyalaştırılmadığı ve fetişleştirilmediği, fakat ölülerin çiçeklere dönüştüğü ve bir sohbetin muhatapları oldukları bir evde yaşamak çok farklıdır.

Çocukları ölümden sakınan ve onları ölümün hiç uğramadığı pembe dünyalar kuran modern kent burjuvazisi normları ile çocukların mezarları suladıkları, ölümden sakınılmadıkları yaşam bambaşkadır.

Kutsalı tanımayan, ateist bir prafan dünya insanının bir kurban adağını yerine getirirken daha da yaklaştığı içkinliğin haberci izleridir hayvan, çiçek ve çocuk... Hayvan, bitki ve çocuk iş güç hayatı, dünyanın karşılıklılık ekonomisi ile yaşamın içkinliği arasındaki sınırda dolanırlar. İçkinlik camların kırılmasıyla, elektiriklerin kesilmesiyle, dünyaya dönüşün sürekli ertelenmesiyle yaklaşır ve musallat olur.

Perşembe, Mayıs 08, 2008

Film Festivali

Eskişehir'e gelmeden hemen önce yazmıştım. Hatırlarsınız. Bir sürü festival var önümde diye. Beklediğim festivallerden biri de Film Festivali idi. Pazartesiden bu yana her akşam saat 9 seansında Sinema Anadoluya gidiyorum. Kampüs içinde olmaz bünyeme zaten iyi geliyor, bir de üstüne festival havası eklenince deymeyin keyfime. Pazartesi Amerikan Düşleri, Salı Sürgün dün ise Hayat Bağları filinin ilk yarısını izledim. Malum festival filmlerinde her daim insan aradığını bulamıyor. Bazen de hayal kırıklığı oluyor.
Bu üç filmn en etkileyicisi Sürgün'dü. Film inanılmaz bir görsellikler, ok baif bir hikayey, çok zekice hazırlanmış bir kugu üstünden anlatıyor. Güçlü bir atmosfer içinde, kusursuz bir işçilikle aile, baba ve eş kavramları anlatılıyor filmde. Yönetmeni Andrei Zvyagintsev. Yönetmenin bundan önce yaptığı fim, Dönüş, DVDcilerden bulunuyormuş. Bugün onu alıp, haftasonu seyretmek niyetindeyim.

Çarşamba, Mayıs 07, 2008

İlk 10K koşum...

Ne zamandır spor yapıyorum da hiç bir hedef için yapmamıştım. Özellikle Eskişehir'de olmamın da verdiği bir rahatlıkla, şu sıralar spor yapmak için daha çok zamanım oluyor. Dedim ki tam zamanıdır. 26 Ekim 2008'de Avrasya Maratonunun 10.su koşulacak. Tarih tam da benim Eskişehir maceramın sonlarına rastlayacak. Hal böyle iken önümüzdeki 6 ay güzel bir antreman programı ile ben Avrasya Maratonu kapsamında koşulan 15km yarışında yarışabilirim diye düşündüm. Aradım, taradım, okudum bir antrenman programında karar kıldım. Runner's Word'e kaydoldup antrenman tarihçemi tutmaya da başladım. İlk gün 5K (kilometre koşucu dünyasında K diye kısaltılıyor) koştum ki zaten daha önceden de haftada 1-2 defa 6K koşuyordum bu nedenle çok yıpranmadım. Dün ise 10K koştum, ki bu hayatımda ilk 7K ve 1 saat üzeri koşumdu. 1:19:35'de ortalama 7.5 km/saat gibi bir tempoda koştum. Ekim ayında 10km/saatlik bir tempoda 1.5 saat koşmayı başarırsam, tahmini 1500kişinin katılacağı bu yarışı 1000li sıralarda tamamlayabilirim. Tamamlayan herkese nasılsa madalya veriyorlar :)

Pazartesi, Mayıs 05, 2008

7. Fotograf Sempozyumu

Fotograf düşünmeyi, fotograf tartışmayı, fotograf okumayı özlemişim. Haftasonu 7. Fotograf Sempozyumunun 2. gününe katıldım. Önce Kemal Cengizkan ve Özcan Yurdalan'ın son 5 senede büyük bir gelişme gösteren fotograf teknolojisi karşında fotografın, belgesel fotografın anlamı, durumu ve geleceğini irdeleyen, sorgulayan konuşmalarını dinledim. Konuşmalara bir kaç gösteri eşlik etti. İkinci oturumda da Mehmet Özer'in yönettiği Özcan Yurdalan, Orhan Cem Çetin ve Beyhan Özdemir'in konuştuğu "İktidar ve İtiraz Dili Olarak Fotoğraf" başlıklı panele katıldım. Özellikle Orhan Cem Çetin'in ve Özcan Yurdalan'ın konuşmaları ilginç ve ufuk açıcı idi.
Cem Çetin ilk tur konuşmasında çekilen tüm fotografların kurgu olduğunu, belgesel fotografın bu anlamda gerçeğin bir kurgusu olduğunu anlattı, ikinci tur konuşmasında ise tüm fotografların belge olduğunu bu anlamda da yaratıcı fotografın hayal edilenin bir belgesi olduğunu anlattı. Belge ve kurgu kavramları etrafında da fotograf, iktidar ve itiraz konularını tartıştı.
Özcan Yurdalan ise mecra kavramı üzerinde çok durdu. Belgesel fotografın sergilenmek için değil dağıtılmak için, dolaşıma sokulmak için üretildiğini vurguladı. Bu anlamda da son 10 yıldaki teknolojik gelişimin ortam yaratma açısından sınırsız olanaklar sunduğunu alattı. Bir yandan sanal dolaşımın mecra sorununa sınırsız olanaklar sunarken, bir yandan da uculayan ve yaygınlaşan baskı teknolojilerin, basılan fotografın sergi salonlarından çıkıp, sokağa inmesi için olanak sağladığından bahsetti. Bu noktada belgesel fotografta fotografçının meziyetinin değil sunulan içeriğinin önem kazandığını vurgulardı.
Verilen arada kurulan sergiden Özcan Yurdalan'ın Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj kitabını aldım, hazır konu sıcakken bir çırpıda okurum niyeti ile. Yazarı da orda iken gidip tanışıp kitabı bir güzel de imzalattım. Dün gece Ankara-Eskişehir yolculuğunda okumaya başladım. Tartışılacak, konuşalacak bir çok önermesi olan kitap hakkında aldığım notları yakın zamanda bloga yazacağım.