Pazartesi, Ekim 30, 2006

Bir özportre olarak İklimler

Her zamanki gibi yavaş ilerliyor hikayesi Nuri Bilge'nin. Öyle uzun uzadıya anlatılacak da bir öykü değil işlenen. Gene hikaye değil anlatımı, anlatırken kullandığı görsel dil büyüledi beni. Nuri Bilge fotografı çok iyi biliyor. Bir fotograf sergisi gezer gibi izliyorsunuz filmi de. Görsel bir şölen. Kendi oynamasa daha iyi mi olurmuş? Bilmiyorum. Ben rahatsız olmadım. Alıcılarımı (algımı) "Adam özportre çekmiş" kanalına ayarlayıp, sonra da alıcımın ayarı ile çok oynamadım. Seyredilsin diyorum son olarak, keyif alınacaktır illa ki de bir yerinde.

Pazar, Ekim 29, 2006

Bir fotografçı olarak Nuri Bilge Ceylan

Uzun bir bayram tatili (çalışma kampı) sonunda henüz eve girmiştim. Kahvaltımı hazırlarken bilgisayarıda açıp müzik yapmak niyetindeydim. Diler laf attı. Hoş geldin, buyur sana seveceğin bir link deyip Nuri Bilge'nin fotograflarının olduğu linki yolladı.
http://www.nuribilgeceylan.com/photography.php?mid=1
Geleri kısmında iki sergi var. Eskiler, çok görkemli fotograflar, bir o kadar da hüzünlüler. Yeniler "Cinemascope Turkey", yukarıdaki fotografın da parçası olduğu çalışma çok ama çok güzel.
Bu günlerde ülkemiz fotografının ileri gelenleri anladığım kadarı ile panorimik fotografın anlatım gücünü kullanarak ürünler yaratmaya karar verdiler. Arif Aşçı, ki kendisini de özellikle Bahtabakan çalışması ile tanır severiz, İstanbul Panoroma isimli bir proje üstünde çalışıyor. İlgili linlerden onun çalışmalarına da ulaşabilirsiniz.

Not: Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun.

Cuma, Ekim 27, 2006

Durak Ailesi'nin Notları veya Wordpress'e Giriş

http://durakailesi.com/blog/

Wordpress ile blog yayıncılığına ilk adım. Kendi blogumu kendim yönetmek ne zamandır aklımda olan bir fikir. Ama bir türlü gözüm yemiyor, korkuyordum. Neyse önce bir başka blog ile denemeli deyip durakailesi.com'a Wordpress kurdum ve bir blog açtım. Eğer bu Wordpress teknolojisini orada çözersem, bakarsınız umut'un günlüğünü'de kendim yönetmeye başlarım.

The Beiderbecke Affair

The Beiderbecke Affair
"The Beiderbecke Affair is a weblog that concerns itself with things literary while also indulging its proprietor's rather unrelated interests in the early jazz musician Bix Beiderbecke and Korean culture, history, and politics."
Ağustos ayında yayın hayatını son vermiş bir bir blog. Ama hep tasarımı hem içeriği ile göz atmaya değer.

Pazar, Ekim 22, 2006

Hokkabaz veya Cem Abim Amelie olmuş...

Sahne gözümün önüne gelir gibi, Cem Yılmaz toplamış arkadaşlarını anlatıyor. "Ya abi şöyle yerli bir Amelie çeksek, olur mu be, olur niye olmasın" Olmuş. Hem de çok güzel olmuş. Yanlış anlaşılmasın filmi kötülüyor veya taklit gibi görüyor değilim. Amelie havası yok mu, hayır, var filmde ama gene de her şeyi ile Cem Yılmaz'ın eseri olduğu belli. Mazhar her daim gönüllerin fatihi, Özlem ablamız da yakışmış. Sarkan hiç bir yeri yok filmin. Gidilsin, izlensin, eğlenilsin.

Bir başkadır Metro Turizm ile seyahat...

Sabah 5:50 idi uyandık. Cuma gecesi Asmalı Mescit'de şahane bir yemek ile başlayan Beyoğlu keyfimizin gece yarısını çok geçe Babylon'da sona ermesi sebebi ile sabahın o saatinde damarlarımızdaki alkol oranı daha normale de dönmemişti. Alelacele çıktık evden. Metro'nun Mecidiyeköy'deki şubesine vardığımızda kuzen ile kahkahalarımızı tutamadık. Bizim de içinde olduğumuz bir grup sefil kepenkleri kapalı bir Metro Turizm şubesi önünde bekliyordu. Neyi mi? Tabi ki Godot'u.
İlginçtir Godot 50NC minübüs kılığında geldi. Vara vara vardık Metro Turizmin Alibeyköy'deki muhteşem terminaline. Terminalde aynı anda 10 otobüs gelmekte ve gitmekte. Bilet satan gencoğlan derdetme abi ben anons yapıyorum kalkan otobüsleri diyip beni sakinleştiriyor fakat nedendir bilinmez son 20 dakkadır hiç anons yapmamış durumda. Ensonunda terminalin içindeki büfeci anonscuya ses ediyor, "Hacı, geldi Bursa". Ardından Atatürk Havalimanını aratmayacak bir anons. 180 Sefer sayılı Bursa Balıkesir İzmir otobüsü peronumuzda harekete hazırdır. Biz gene bir guruh içinde kapıya yönelip, bir an önce otobüse binmek için birbirine çelmeler takan, omuzlar atan bir güruh olarak kendimizi peronlara atıyoruz. Onca insandan hiç biri 180 sayılı otobüsü bulamıyor. Sonra karşında bir adam bağırarak geliyor. Yanlış anons, yanlış anons.
Neyse ilerleyen yarım saatte biz bir şekilde otobüse atıyoruz kendimiz pek sevinçliyiz. En arka sıra olması, benim koltuğumun kırık olması umrumuzda değil. Otobüsteyiz ya, gerisi bir şekilde.
Bursa'ya kadar kah uyuya kah konuşa geliyoruz. Bu arada hostesimiz önümüzdekei genç kıza suratındaki svilceleri geçirmek için pet şişelere doldurup evine götürebileceği deniz suyunu kullanmasının çok faydalı olacağını, tamamen kurtulmanın ise 11 gün bal kullanarak mümkün olabileceğini anlatırken, biz tüm arka mahalle sakinleri kulak kesiliyoruz. Kız ise hostese rezil ettin beni, benim suratım o kadar sivilceli mi der gibi bakıyor. Biz mahalle sakinleri de o anda kızın o kadar da sivilceli olmadığını homurdanıyoruz. Derken hostes kızımız bir bomba daha patlatıyor. Ben cilt doktorluğu okuyorum. Tamam güzel ablacım diyip onu ön mahalleye doğru yollarken biz arkada artık kahkahalarımıza hakim olamıyoruz.
Bursa'da garajda "Bursa'dan sonra devam edecek yolcular otobüsün etrafından ayrılmasınlar, otobüsümüz hareket halindedir." anonsu ile mola veriliyor. Tam dışarda iki gram oksijen soluyup, buraya kadar geldik artık olmadı peder beyleri çağırırız gelir alırlar bizi Bursa'dan sohbeti yaparken, otobüsün şöför süitinden (arka kapıda merdivenlerin solundaki daire) önce iki ayak çıktı sonra da ayakkabılar fırlıyor. Yeni şöfürümüz dünyaya gözlerini açıyor. Amcanın yüzü biraz kırmızı ama biz olayı kavramaktan çok uzaktayız. Otobüsümüz yeniden, aslında hiç ara vermediği hareketine devam etmek için silkiniyor, fakat daha garaj kapısına yeni varmıştık ki, baktık bizim şöför polise üflüyor. Amcam bizden daha sağlam içtiği için bir önceki gece bünye alkolü daha atamamış herhalde. Bu arada Bursa'da arka beşliye yeni katılan köykü dayım, ayakkabılarını çıkarmış, bacak bacak üstüne atmış, meslerini burnuma sokmakta. Kendisi, meslerini her abdest aldığında ıslak elleri ile sıvazlandğı için bunda bir sakınca görmüyor. Ben zaten haşa, zibidinin tekiyim, ne haddime. Derken amcam beklemeye daha fazla dayanamıyor. "Siktirsin keraneci, madem içecek hangi zıkkımı, ne oturuyo direksiyona" diye basıyor küfrü. Biz Utku ile"Keraneci" lafına kopuyoruz, ama kahkaya atmak ne mümkün. İnsanlar bekmeketen sıkılmış ve gerilmiş durumdalar zira şöförümüz yarım saattir polis ile tartışarak alkol seviyesinin makul bir düzeye düşmesi için zamana oynuyor. Derken bizim cilt doktoru hostesimiz küt düşüyor. Bayılıyor. Amcam, güzel amcam durur mu, hemen durumu bize özetliyor. "Bu karı milleti böyledir, hırslandı ya, hırsından bayıldı galdı gız...". Zar zor yeni bir kadro ile yola çıkıyoruz Bursa garajından, mucizevi bir şekilde yarım saat sonra garajda indirilen şöför ve bayılan hostes de otobüse yeniden biniyorlar ama biz artık soru sormaktan yorulduğumuz için evimize varmak istiyoruz. Dokuz saatte sona eriyor Metro Turizm maceramız. Nice maceralar diyoruz. Bu bu arada efenim nice bayramlara...

Cumartesi, Ekim 14, 2006

Tahirle Zühre Meselesi


Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Nazım H.Ran

Salı, Ekim 10, 2006

Life, Love and the Blues

Etta James. 14 yaşında bir annenin gayrımeşru çocuğu olarak dünyaya gelmiş diye başlıyor wikipedia'daki hayat hikayesi. Bir düzüneden fazla albüm yapmış bir vokal. Caz vokal diyemiyorum çünkü bazen caz vokal, bazen bir blues kraliçesi, bazen bir soul şarkıcısı. Güzel ama çok güzel bir ses rengi var. Ben Life, Love and the Blues albumü ile keşfettim. Özellikle albüme ismini veren şarkıyı çok beğendim. Meraklılarına tavsiye olunur.

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Veronika'nın Çifte Yaşamı

Film'in ortasında "Ben bu filmi daha önce görmüştüm" dedim kendi kendime. Film bittiğinde ise, evet, evet ben geçen sefer de anlamamıştım bu filmi diye homurdanıyordum. Neyse geldim biraz okudum film hakkında. Film üstüne metafizik okumalar var. Ben pek haz etmedim onlardan. En çok New Yorker'da yayınlalan makaleyi beğendim. Filme Doğu Avrupanın dağılıp Batı Avrupa ile yeni bir Avrupa yaratması süreci olarak bakıldığında, evet benim izlerken anlamadığım bir çok imge yerine oturuyor. Lafı uzatmama çok gerek yok. Amacım filmi seyredenlere, seyeredeceklere film üzerine bulduğum makaleyi işaret etmekti. Burda anlatacaklarım onun tekrarı olacak.

Pazar, Ekim 08, 2006

Deniz kokusu...

Deniz kokusu getiriyorum
Güneş kavurmuş tenimi
Bir sevişme sonrası gibi
Neden umursamaz ve yalınım
Hiç bilemiyorum

Yarım gün uzakta ankara
Sokaklarında puslu kentliği oynamak için
Yine gazeteleri okumak
Yine gece bıkkınlığı
Yine sabah telaşlarına
Alışmak için
Deniz kokusu getiriyorum...

Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok'un Çekirdek Sanatevi Resitallerinden

Music is art!

Müzik bloglarını keşfediyorum. Buyrun tasarımı ve içereği ile çok keyifli bir müzik blogu.
http://musicisart.blogspot.com/

Salı, Ekim 03, 2006

Hard Candy

En az Haneke kadar rahatsız edici. Avcısından öç alan bir av hikayesi. Çocuklara karşı düşkünlüğü -pedofili- olan bir fotografçı, internetten bulduğu 14 yaşında bir genç kız tarafından ölüme sürükleniyor. Çekimler muhteşem. Hareketli kamera çok güzel kullanılmış, efektler çok yakışmış. Adamın stüdyosunda geçen planlarda nötr stüdyo ortamı çok anlamlı kullanılmış. Suçluyu film sonuna kadar yargılayamıyorsunuz. Adelet duygunuzu her an kaybediyorsunuz. Tadında bir gerilim var. Sürekli diken üstünde karar vermeye çalışıp filmi bitiriyorsunuz. Sonuç mu? Bağımsız sinemayı seviyoruz.

Pazar, Ekim 01, 2006

Radyo Günleri

Efendim, vakti zamanında radyo hayatımızdı konulu, şahane bir aile etrafından radyo ile alakalı binbir hikayenin döndüğü güzel mi güzel Woody Allen filmi. Bugün gazete keyfi yaparken canım çekti. Üşenmedim kalktım gittim Tunalı'dan DVD'sini aldım. İzledim. Pişman değilim :) İzlemeyenlere önerilir.

Shakespeare'in cevabı


Out, out, brief candle!
Life's but a walking shadow, a poor player
That struts and frets his hour upon the stage
And then is heard no more; it is a tale
Told by an idiot, full of sound and fury,
Signifying nothing.

— William Shakespeare , Macbeth Act 5, Scene 5