Cumartesi, Şubat 27, 2010

İhtiyar delikanlılar...

Dün akşam Dip Sahne'de Erkin Koray konseri vardı. Mehmet ses etmese, haberimiz de olmazdı hani. Toplandık Ankara tayfası. Dokuzda kapılar açılıyor,  aman geç kalmayalım diye saat onda mekanda buluştuk. Erkin babanın sahneye çıkması gece yarısını buldu. Bir de güzel süprizi vardı. Kurtalan Ekspres'in efsane bascısı Ahmet Güvenç'i de getirmişti yanında. İhtiyar delikanlılar iki saatlik aralıksız müzik bir ziyafeti sundular. Sahne performansları parmak ısırtacak cinstendi. Akrebin Gözleri, Şaşkın, Esterabim, Deli Kadın derken bir noktada Erkin Koray Chuck Berry gibi 80'ninde de sahnede olmak istediğini söyleyince büyük bir alkış koptu. Hepimiz onları her daim bu enerjileri ile sahnede görmek istiyorduk.  

Pazar, Şubat 21, 2010

Zeytine gel abim...


Bir buçuk aylık bekleme bitti. Ocak ayının başıydı. Kipa'da dalından yeni kopmuş zeytinleri görünce dayanamayıp atmıştım sepete. Laf başı geldi mi, Egeliyim ben, deyip mangalda kül bırakmıyordum ya, buyur işte taze zeytin, hadi Umut göster kendini. E tabi önce internette dolandım bol bol. Türkçe kaynak bulmak ne mümkün derken, vurdum kendimi İngilizce sitelere. Zaman almadı, buldum, okudum İtalyan bu işi nasıl yapıyor, Lübnan'lı nasıl. Sonra telefona sarıldım, annemin tarifini aldım. Hikayenin özü çok basitti. İster sadece tuzla, olmadı tuzlu su ile, istersen çizerek, istersen kırarak, olmadı hiç müdahale etmeden, zeytinin acısını tuza bırakması sağlanıyordu. Tariften tarife, bu iş bir ila bir kaç ay alıyordu. Benim gibi bir acemi için en uygununun About.com'dan Salt Cured Ripe Olive Recipie (Olgun zeytin için tuz kürü tarifi) olduğuna karar verdim. Bir plastik kabın tabanına temiz bir el bezi yerleştirip, üstüne aynı miktardaki tuz ve zeytini karıştırarak doldurdum. Haftada bir defa karıştırmak dışında pek birşey yapmadan 6 hafta bekledikten sonra bu hafta tuzlarını temizleyip güzelce yıkadım. Tarifi ve annemin lafını dinlemeyip, kurumalarını beklemeden, yağ ve sirke ile kavanozlara bastım. Evet üzerlerindeki sular yağın içinde kaldı ama, napalım, ilk elin günahı olmaz. Lezzeti mi? İki gündür yiyoruz, biz çok beğendik. Sırada peynir işi var.

Pazar, Şubat 07, 2010

Global Game Jam 2010

Reçelin böylesini hiç görmemiştim. Bu kadar mı şahane bir organizasyon olur, dedim durdum. Geçen Cuma açılışından , Pazar kapanışına kadar etraflarında dolaştım çocukların. Global Game Jam, tüm dünyada yüzün üzerinde merkezde, bilmem kaç bin katılımcı ile yapılan oyun geliştirme etkinliği. Geçen sene izlemeyi çok istemiştim, olmamıştı. Bu sene etkinlik Enformatik Enstitüsü'nde oldu, bir yandan üst katta odamda iş yaparken, bir yandan aşağıya inip inip oyunların gelişimini seyrettim. 70 katılımcı 48 saat uyumadan oyun geliştirdiler. 15den fazla oyun çıktı ortaya. 4-5 tanesi hakikaten çok güzeldi. Seneye gene orada olacağım. Başta ATOM olmak üzere, emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

Paris dönüşü

İki hafta kadar oldu Paris'ten döneli. Ha bugün yazacağım, olmadı yarın akşam yazarım canım, derken günler geçti. Kendileri zaten bu aralar geçerken pek bana sormuyor. Çok güzel, çok yorucu, çok kıskandığım bir haftaydı. Altı günün 4 günü Eragny Organize Sanayii'nde Sony ilen Toyota fabrikalarının arasında kalan Sagem'de toplantı üstüne toplantı yaptım. Yetmezmiş gibi 4 günün 3 günü oturum başkanıydım. Kenara çekilip de iki dakka kafa dinleyeyim de diyemedim. Kötüsü Fransa savunma sanayii de bizimki gibi internetin kötülüklerinin farkına varmıştı. Sonuç, toplantı salonunda internetsizdik. Ha bu esnada canım sevgilim Rabik, çok sevgili dostum Bilge beyler ve eşi Özge hanımlar, o Pont Neuf sizin, bu Pompedue bizim, akşama kadar gezip, akşam kalan 3 gram enerjimle hayran kalmaya çalıştığım Paris konusunda açmak istediğim muhabbetlere, "Biz onu gündüz konuşmuştuk!" diyerek limon sıktılar. Durum o kadar da sıkıcı değildi tabi. Sabah 7'de çıkıp 2 -2.5 saatte vardığımız Avrupa Birliği'ne girmiş Sincan OGS kılıklı yerden akşamları 1.5 saatte dönebiliyorduk. Sonrasında 8 civarı kendimizi caddelere vurup, şöyle bir Paris çekip ciğerlerimize, mekanların en şahanesinden bol şaraplı, güzel yemekli, derin sohbetli geceler geçirdik. Cuma gününü de Montmartre ve Latin Square'e adayınca değmeyin keyfime. Sorbonne'un hemen önünde müşterilerinin yarısı en az 60lık hocalardan, diğer yarısı en çok 25indeki öğrencilerden oluşan kafelere oturduk sevdiğimle. Kafenin sigara büfesinden bir paket Gitane alıp, espressomun yanında birini tüttürdüm. Sonra el ele, o sahaf senin bu sahaf benim gezip, plak, dergi, kitap yüklendik. Kağıt bardakta sıcak şarap alıp, tekne ile Seine gezdik. Gönül daha ne ister?