Çarşamba, Aralık 30, 2009

Gezegenimizin kullanım ömrü dolmuştur


Gezegenimizin kullanım ömrü dolmuştur, canlıların üzerinde eşsiz bir biyolojik uyum ile yaşadıkları düşsel dünyamıza hoş geldiniz. İşler öyle karmaşıklaştı ki. Sayımız iyiden iyiye arttı. Topraktan çimento, taştan çelik, kumdan cam yaptık. Üstüste koyunca, kendimizi içine hapsedecek küçük dünyalar yarattık. İstifler halinde, hayatımızı yaşanmaz hale getirmek için el ele verdik. Yıllar yılları kovalarken, odalarımız kübiklere, evlerimiz çöp  yığınlarına, çevremiz de yollara, arabalara, fabrikalara, alışveriş merkezlerine dönüşüverdi. Akıl bunların yenileri, en hızlı, en canti, en şahanelerini yapıp satmaya adanınca, elde olanın kullanımı bahta kaldı. Avatar hayaldeki gezegeni sunarken, ben tüm sıkıntımın zanlısı son 15 senelik Ankara'daki saltanattır deyip rahatlıyor muyum? Kopenhag'da toplanıp bir türlü iklim konusunda anlaşamayan gelişmiş dünyanın sultanlarının, kafalarına göre sabah ve akşam trafiğinde sağdaki soldaki ara yolları kapatıp, tüm arabalar ana yollardan giderse trafik akar diye buyuran başkent trafiğinin şehzadelerinden ne farkları var? Akıl öldü. Akıl, öldü. Son altı ayda emniyette üçüncü defa parmak izi verdim. Son seferinde, neden bana geçen iki sefer verdikleri kağıdı getirmedim diye fırça yedim. Siz nasıl oluyor da TC kimlik numaramdan verime ulaşamıyorsunuz? Bu mükerrer veriyi sonra kim temizleyecek? sorularım ise boşlukta asılı kaldı. Öldü. Akıl, öldü!

Salı, Aralık 01, 2009

Ahmet Uluçay



Recep - al
Mehmet - ne bu
Recep - treş parası
Mehmet - almam valla hakettin oğlum anası ağlattın saçların. acemi nalbant gavur eşşeğinde öğrenirmiş. sen de bizim kafada öğrendin valla. ben nihal in yüzüne bir tek daha ne zaman bakacam. bu iş bitti sağdıç.
Recep - sen de küçük kızı sev oğlum pittiyse nasılsa sana yangınmış al şu paralarını
Mehmet - almam hem ne biçim laf o büyük kız olmazsa küçük kız var mı bizim kitabımızda oyle. ben nihalsiz yaşayamam arkideş * bugun de ceviz veren dedim almadi.
Recep - almaz oğlum o kızdan sana hayır gelmez. al şu paralarını. 
Mehmet - hem nihalden neden hayır gelmezmiş bana. hem de nasıl gelir. yapamadik anasini sattiğimin sinemasını. şimdi karpuzcu parçasıyız. tabi gelmez. ben bir recisör olen de o zaman gorsun o
Recep - recisor olsan ne olcek aslanım. o kızın gözü yükseklerde. 
Mehmet - ne yükseği kimmiş yüksek. sinemacı olcez diyom. ne zaman büyür bu saçlar sağdıç ?
Recep - iki aya kadar büyür herhalde. 
Mehmet - iki ay mi iki aya kadar karpuz mevsimi bitiyor bize de köyün yolu gözüküyor. gabak mevsimi geldi gabak sayende. olcekti bu kızın gönlü. şimdi işin yoksa köyü bekle. 
Recep - olm sinemaya minemaya gitmek için gelmicez mi kasabaya. aha u zaman görürsün işte. al şu paralarını.
Mehmet - valla mafettin sağdıç. bugun yeni aynayla tarak aldiydim. usta eski beyaz gömleklerinden birini verdiydi onu da giyecektim. anası ne güzel saçların var diyodu. verirdi bu kızı bana. sen benim oğlum ol diyodu. valla mafoludum sağdıç.
Recep - yeter gali bea çocuklaştın iyice. al şu paralarını. 
Bir güzel insanı daha kaybettik. Ahmet Uluçay aramızdan ayrıldı.Toprağı bol olsun.

Perşembe, Kasım 26, 2009

Diane Arbus


Diane Arbus, Amerikan fotoğrafı denildiğinde Ansel Adams'dan sonra akla gelen ilk isimdir desek yanılmış olmayız. 2006 yapımı Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus filmi ünlü fotoğrafçının hayatından bir kesit sunuyor. 2006 yılında WinterSim için Monterey'e gittiğimde ABD'de sinemalarda oynuyordu fakat dışarıdaki hayattan vazgeçip, filme girmemiştim. Zannedersem Türkiye'de hiç vizyona girmedi. O vakitten bu yana izleyecektim, sıra ancak dün akşam gelebildi. Grip, sinüzit ikilisi nedeni ile raporluyum. Rabia ise H1N1 ile girdiği güreşten galip çıkmak üzere. Sabahtan akşama uyuduktan sonra, akşam yemeği yerine içtiğimiz hasta çorbası üstüne başlattık filmi. Görselliği ve dili çok güzel olmuş. Hikaye tamamen doğruyu mu yansıtıyor bilemiyorum ama Arbus'un ucubeleri fotoğraflamaya olan tutkusunu izleyenin gözleri önüne serebiliyor. Fotoğrafa meraklı olan, Arbus'u ve fotoğraflarını seven herkese tavsiye ederim.

Salı, Kasım 24, 2009

Bugün öğretmenler günü


Ben köy öğretmeniyim, bir bahçıvanım
Ben bir bahçe suluyordum, gönlümden
Kimse bilmez, kimse anlamaz dilimden
Ne güller fışkırır çilelerimden
Kandır, hayattır, emektir benim güllerim

Pazar, Kasım 22, 2009

Roll is over!


Gene kaybettik. Bir güzelliği daha gitti hayatın. Her sayısını almasam da, bu sefer ne yazmışlar diye dergi standlarında gözlerimin aradığı, iki üç ayda bir alıp bundan sonra sürekli almak lazım dediğim, okudukça iyi ki var bu herifler de böyle güzel bir dergi yapıyorlar diye düşündüğüm Roll kapandı. Geniş Açı kapandığında da bir şeyler kötüye gidiyor, bu adamların yeri doldurulmaz demiştim, öyle de oldu, artık fotograf okuyabileceğiniz bir dergi yok memlekette. Roll da gitti, müzik okuyacak dergi de kalmadı. İnternette okuruz diyorusunuz, duyuyorum. Ama iş o değil. İnternet, daha açıkçası bu bloglar, wikiler, namı diğer Web 2.0, İngilizce tabirle "Periodical killer" mıdır? Değildir. Hepsinin yeri ayrı değil mi?

Pazartesi, Kasım 02, 2009

Moualla



Fikret Mualla'nın Osmanlı'nın yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına, birinci dünya harbine ve hatta ikinci dünya harbine denk düşen hayatında, nasıl dünya işlerinden uzak, nasıl bohem, alkoliklik ile delilik arasında bir sarkaç gibi sallandığını anlatan bir kitap okuyorum. Orhan Koloğlu'nun hazırladığı, Fikret Mualla Bir Garip Kişi kitabını tavsiye ederim. Anlatımı Mualla'nın eserleri ile süslenmiş kitap sizi ressamın hayatının içine alıveriyor. Bir anda onunla birlikte kendinizi Paris'te buluyorsunuz. Memleketten size yollanan yeni bir ceketi hemen aşağıda satıp, parası ile evdeki misafire sunmak üzere peynir ve şarap almaya yöneliyorsunuz. Sonrası gene sefalet içinde bir dahi ve üç paraya dağıttığı desenleri.

Pazar, Ekim 25, 2009

Yapının morfolojisi

Bir dahinin yaratığı güzelliklerle doluydu Barselona. Gaudi Barselona'da modernizmi, yeni sanatı, sorgulayanı ve yeniyi, iyisini arayanı temsil ediyor gibiydi. Onun zamanına kadar gelmiş olan klasiği, yani barok mimariyi sorgulamış Gaudi. Neden diye sormuş, doğada gördüğümüz renkler, şekilleri göremiyoruz yaptığımız yapılarda. Sonra yaratmaya koyulmuş. Casa Batllo, Casa Milo, Sagrada Familia, Park Güell gibi Barselona'ya giden hemen herkesin tavaf ettiği şahaserler ortaya çıkmış. İnsanın etkilenmemesi imkansız böyle sıradışı bir mimariden. Gelirken aldığım ufak Gaudi kitabını biraz önce bitirdim. Hemen not alayım dedim.

Cumartesi, Ekim 17, 2009

Barselona'nın ardından


Salı'dan Perşembe'ye Barselona'da toplantım vardı. Rabiş ile ne vakittir hayalini kurduğumuz benim iş gezilerine beraber gitme fikrini hemen devreye aldık. Nasıl olsa ben otel ayarlıyordum, iş yerine de "bir fazla bilet alın onu da ben ödeyeceğim" deyince tüm hazırlıklar bitiverdi. İtalya'ya da bize 6 ay çok girişli vize verdiği için teşekkür etmeyi ihmal etmemek lazım. Pazartesi öğlen civarı otelimize yerleştik. Vurduk kendimizi yollara. La Rambla'ya gitmeye çalışırken benim seyrüsefer sistemimdeki bir işaret hatası bizi Sagrada Familia'nın önüne götürdü. Dilimizi yutacaktık. Gaudi ile ilk tanışma her fanide aynı etkiyi mi yaratır bilmiyorum ama benim mimari algımı biraz sarstı. Gaudi ile ilgili bilahare ayrı bir yazı yazmak istiyorum. Sonrasında Rabiş'in eskilerden arkadaşı, muhteşem yerel rehberimiz Billur ile buluştuk. Sonra gelsin Tapas gitsin Sangria. Nerde Flamenko, biz orada.
Toplantılar çok uzun sürdü. Sabah 8:30 akşam 18:30 mesaisi yaptık. Bu arada Rabiş şehrin altını üstüne getirip bizi çok kıskandırdı. Bize ise akşamları ona eklenmek kaldı. Saat 10'dan önce akşam yemeğine oturana iyi gözle bakmayan Katalanlar sayesinde, akşamları uzun yürüyüşler yapma şansımız oldu. Geç bir akşam yemeği sonrasında otele zor ulaştık. Çok güzel bir şehir Barselona. Bizde, insanın hayatını nasıl cehenneme çevirdiğimizi konuştuk sık sık. Şehirde herşey insan içindi. Her kavşaktaki ışıklar, bisiklet yolları, bir yere hızlı gitmenin tek yolu olarak tasarlanmış metrosu, pazarları, meydanları, scooter ve bisikletli insanlar, parklarda koşanlar. Yahu bunların hiç biri yok Ankara'da deyip deyip durduk. Mimari içinde kaybolduk. Bol bol Paela yedik. Velhasılı döndük kendi cennetimize, daha doğrusu cehennemimize, Ankara'ya.

Pazar, Eylül 27, 2009

Yeni web sayfaları

Derslerin başlamasına ramak kala, hem kendim için hem de ders için web sitesi hazırlama işine giriştim. Hani öyle karmaşık tasarımlar peşinde değildim ama gene de eli yüzü düzgün gözükse fena olmazdı. Bu sefer nvu kullanmaya karar verdim. Bu aralar gözdem açık kaynak araçlar. Ne zaman bir yazılıma ihiyacım olsa google'a soruyorum. Bu sefer de "Dreamviewer open source" diye sordum, o bana nvu dedi. Nasıl Photoshop yerine Gimp'den memnun kaldıysam, Corel Draw yerine Inkscape'den memnun kaldıysam, nvu da beni hayal kırıklığına uğratmadı. Her istediğimi, alışık olduğum şekilde yapmama olanak sağladı. Ortaya http://www.ii.metu.edu.tr/~udurak/ ve http://www.ii.metu.edu.tr/~udurak/gate541/ çıkıverdi. Hazır elim değmişken, blogun da temasını değiştiriverdim. Çok güzel oldu. Çok.

Sezon Bitmeden

Sezon bitmeden, bayramdan hemen önceki hafta izin alsak diyorduk düğünden bu yana. Bir türlü şöyle doya doya dinlenememiştik. Temasını da belirlemiştik tatilin. İnce Memed okunacaktı. Dört cilt İnce Memedi, Lütfi Özgünaydın'ın Çukurova albümünü arabaya atıp. Cuma gecesi Eskişehir, Cumartesi gecesi Balıkesir konaklamalı Dikili yolculuğumuza çıktık. Bir taraftan Türkiye sel sele, biz de tedirgindik. Yazlık yerde sürekli yağmur yağar da, burnumuzu evden çıkaramazsak, tüm hevesimiz kursağımızda kalır diye. Şanslıydık, Ege bize Eylül'ün en güzel yüzünü gösterdi. Her gün saat 1 civarı ulaştığımız plajda saat 7'ye kadar güneşlendik, kitap okuduk. Lost muhabbeti yapamıyorduk ama olsun, bizim de İnce Memedimiz vardı. Tüm mevzumuz İnce Memed, Çukurova ve ağalardı. Cismen Dikili sahilinde, fikren kah Değirmenoluk'ta, kah Vayvay köyündeydik. Rabiş 3. cildi ben de ilk iki cildi soluksuz okuduk. Velhasılı, doyasıya dinlendik. Ordan ver elini Balıkesir.
Bayram Sındırgı'sız olmaz dedik. Büyüklerin ellerinden öptük. Bol bol gezdik. Rabişim Sındırgı'yı ve köylerini gördü. Av eti ve bol bol tatlı yedik. Emendere köyünden yeni yapılan termal tesislere gittik. Bol koşturmacalı bir Balıkesir mesaisi sonrasında, bayramın 2. gününde Ayaş'a doğru yola koyulduk. Yok Susurluk'taki outletler yok Bursa'daki Ikea derken gece yarısından önce Ayaş'a varabildik.
3. güne kalmış Ayaş bayramlaşmamız çok uzun sürmedi. Rabiş'in yoğun tezahüratı sayesinde 59 model Willys pickup garajdan çıktı. Büyük bir gürültü ile biz önde, kızlar kasada, yaylaya doğru yola koyulduk. Asfalt yolda kendini çok göstermeyen ihtiyar delikanlı Willys, araziye geldiğimizde meziyetlerini ortaya koydu. Buradan traktör zor gider diye içimden geçirdiğim yollardan, patikalardan hatta yol iz olmayan yerlerden büyük bir keyifle sekerek geçti. Ben de her fırsatta Willys kullanmanın inceliklerini öğrendim. Hazır yaylaya gitmişken biraz ceviz silktik, alıç ve ahlat topladık. Yaylada bir o yana, bir bu yana yürüdük. Ağaçların, çeşmenin, taşların, Ayaş'ta göçer davarcılığın hikayelerini dinledik. Velhasılı buraya o kadar yakınken, o kadar uzaklara gittik ki, bunu daha sık yapmalı diye diye Salı akşamı evimize döndük.

Salı, Eylül 08, 2009

Makale çağrısı

Journal of Defense Modeling and Simulation dergisi için konuk editör olarak 2011 baharında yayınlanmak üzere bir özel sayı hazırlamaya niyetlendim. İlgilenenler için makale çağrısına bu bağlantıdan ulaşılabilir.

Pazartesi, Eylül 07, 2009

İlk göz ağrısı

İlk tez öğrencim Kamil bugün tez jürisine girdi. İnsanda bir heyecan oluyor. Olmadı desem yalan. İlk araştırmaya başladığımız günden bu güne az yol katetmedik. Doğrudur, Kamil iyi iş çıkardı. Aklımızdaki bir çok soruya cevap bulduk. Elimizden geleni ardımıza koymadık. Kemal Hocam, sabırla bizi dinleyip, katkılarını sundu. Bir konferans makalemiz yayınlandı. Bir dergi makalesi hazırlıyoruz. Daha ne olsun? Ama öyle olmuyor. İnsan gene de heyecanlanıyor.

Pazar, Ağustos 30, 2009

İnsan neyle yaşar?

Bu seneki İstanbul Bienali'nin kavramı Brecht'in ünlü sorusu "İnsan neyle yaşar?" imiş. Sabah gazetelerde gördüğüm Bienal'in konstrüktivist tarzda tasarlanmış görsellerine hayran oldum. Pazar keyfi yaparken geçen haftayı düşündüm. İnsan neyle yaşar? Salı anneler geldi, Çarşamba Rabişim ameliyat oldu. Hacettepe Hastanesi'nde geçen iki gün sonrasında hastanelerin ne karmaşık, ne büyük, Hacettepe'nin ne kadar düzgün bir hastane olduğu duyguları ile eve döndük. Doktorlara olan saygım bir kat daha arttı. Biz mühendislerin, mühendisliği seçmeyip doktor olan arkadaşlarını, "parlak insanlar" listesine almayı unuttuklarını farkettim. Yaşıtım, işlerinde çok güven veren, parlak bir sürü doktor gördüm. İnsan neyle yaşar? Cuma günü normal hayata döndük. Evdeki annelerin sunduğu konfor ile ne zamandır aklımda olan akademik problemlere gömüldüm. Dün gece yarısı başardım. Ontoloji olarak resmileştirdiğim alan bilgisi üstüne yazdığım kurallar ile bilgisayara çıkarım yaptırttım. Ne mi olacak şimdi? Daha akıllı insansız hava aracı rotalayabileceğiz. Algoritmamız "insan gibi" durumu irdeleyip çıkarımlar yaparak, daha uygun arama yöntemleri kullanarak en uygun rotayı hesaplayabilecek. İnsan neyle yaşar? Bu sırada ara ara XBox'ımı açıp taze indirdiğim EA tarafından geliştirilen Mirror's Edge oyununun demosunu oynadım. Fizik motorlarının geldiği son nokta olan PhysX kullanan aksiyon, macera tipi oyun hakikaten çok güzel olmuş. Tez zamanda oyunu satın almaya karar verdim. İnsan neyle yaşar? Bu sabah ise 30 Ağustos havası ile uyandım. "Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır." dizesi geldi aklıma. Destanı bir daha okumalı dedim. İnsan neyle yaşar?

Pazar, Ağustos 23, 2009

Assassin's Creed

XBox mucizeleri sürüyor. Konsol kardeşim Argün Assassin's Creed'i bitirir bitirmez bana getirdi. Cuma gecesi dünyadan koptum. Dün gece saat biri geçeli epey olmuş, evdeki tüm ışıklar kapalı, haşhaşi kardeşim Altair ile Ortaçağ Ortadoğusu'nda at koştururken, artık bu kadar yeter, yatayım, sabah da oyuna başlamadan bloga not düşeyim dedim. Evet, oyunun ikincisinin çıkmasına iki ay kala ancak oynuyorum oyunu, ama söz ikincisi için bu kadar gecikmeyeceğim. İnanılmaz bir game world tasarlanmış. Hikayesi ise oynayana tarihin içinde Ortadoğu turu attırıyor. Benim gibi oyun yeteneksizinin bile zevkle level'ları geçebileceği kolaylıkta olması ise başka bir artısı. Hazır bu aralar akademik olarak da oyun işi ile ilgilenmeye başlamışken o konuda da iki not düşmek lazım. Ata binme sahneleri dışında oyundaki fiziksel gerçeklik hoşuma gitti. Ata binme işi ise kanımca başlı başına bir problem, insan bir taraftan çok eklemli bir sistem, öte yandan at ona keza. İki sistemin gerçek zamanda "coupled" çözülmesi, 2007 yılında ha bu kadar çözülebilmiş. Bunun yanında "cloth modeling" konusunda yenecek daha çok fırın ekmek var zannımca. Ortalıkta dolaşan dervişlerin elbiseleri kolalı gibi gözüküyor. Bunun yanında "swarm behaviour", "team behaviour" da oyunda denenmiş ama az daha üstünde çalışılsa daha güzel olurmuş dediğim teknolojiler oldu. Netekim biraz önce oyunun ikincisinin videolarını izledim. Geliştiriciler team işinin üzerinde çok durduklarını anlatıyorlardı. Bu jenredeki yeni oyunlar Saboteur ve Assassin's Creed II'yi sabırsızlıkla bekliyoruz.

Pazartesi, Ağustos 17, 2009

Kafka'nın Davası

Dava bu kadar güzel çizilebilirmiş ve Kafka'nın dünyası bu kadar güzel resmedilebilirmiş. NTV yayın evinden çıkan Kafka'nın Dava'sının çizgi romanından bahsediyorum. Chantal Montellier tarafından resmedilmiş eser hakikaten çok güzel olmuş. Şu sıralar Google Translate ile web sitesini keşfetmeye çalıştığım çizerin diğer işlerini bulmak için sabırsızlanıyorum. Kafka ve çizgiroman severlere ısrarla tavsiye edilir.

Pazar, Ağustos 09, 2009

Yazboz

Microsoft, evinde iki satır kod yazmaya hevesli oyunseverleri avucunun içine almaya çalışıyor. Yazdıklarına göre, XNA Game Studio ile oyun yazmak pek kolay. Hem de yazdığınız oyunları XBOX'ınızda da oynayabiliyorsunuz. Ben de fırsat bu fırsat, hazır ders için platform bakarken, bir de şu XNA'i deneyeyim dedim. Cuma gece başladığım ufak arcade oyunu biraz önce bitirdim. 5-6 saatlik bir iş gücü ile hem XNA framework'e giriş yapmak, hem de ufak bir arcade oyun geliştirmek mümkün oldu. Sol köşedeki topunuzla havadan gelen düşman gemilerini vurarak şehirlerinizi koruyabiliyorsunuz. Vurduğunuz düşman gemilerinin sayısını da skor olarak yazdırdım. Oyunu geliştirirken bir tutorial takip ettim. Edindiğim izlenim XNA kullanarak oyun geliştirme konusunda kaynak sınırsız. Elim değsin, iki oyun da ben yazayım, namım yürüsün diyenlere tavsiye ederim. Şimdi oyunumu XBOX 360'a deploy etme zamanı. Sonra, "kendin pişir kendin ye" düsturunun oyun işine ilk uygulamasını yapacağım.

Çarşamba, Ağustos 05, 2009

Oyun zamanı

Bu dönem ODTÜ Enformatik Enstitüsü bünyesinde Oyun Teknolojileri Yüksek Lisans Programı açıyoruz. Bir seneyi geçkin zamandır hazırlıkları sürüyordu. Derslerin belirlenmesi, içeriklerin oluşturulması, YÖK'e başvuru derken, ciddi ciddi önümüzdeki hafta sonu (15 Ağustos) mülakat yapıyoruz. Programın ilk öğrenci adayları ile tanışacağız. Bir son dakika süprizi olmaz ise bu dönem çocuklara bilgisayar oyunlarında kullanılan fiziği anlatacağım. Bu aralar akşamları o kitap senin, bu web sitesi benim harıl harıl okumaktayım. Farklı farklı oyunlar oynamakta, oyun motorlarını denemekte, ufak tefek demo kodları yazmaktayım. İş çok eğlenceli. Dahası biraz önce, bahanesi ile aldığım XBOX360'ımı kutusundan çıkardım. Bu yazımı bitirir bitirmez kendisini televizyona bağlayacağım. He he. Yahu pek keyifli. "Rabiacım ben çalışıyorum" deyip, oyunun başına kuruluyorum.

Çarşamba, Temmuz 29, 2009

Çok uzun zaman oldu...

Çok uzun zaman oldu. Bu ara çok şey geldi geçti, ama beni de Rabia'yı da yazmaktan alıkoyan, bir hayat kurmak için tüm mesaimizi vakfetmek oldu. Çok güzel bir evimiz oldu, çok da güzel bir düğünümüz, sonrasında rüya gibi bir balayı. Yazmayı bırakalı beri kaçamaklar da yaptık. Herkes bizi ev ile uğraşıyor zannederken, 1 Mayıs'ı Yedigöller'de geçirdik. Düğüne 2 hafta kala ben iş münasebeti ile kısa bir Belçika kaçamağı yaptım. Bunları yazamadık. Geçen Emrah ile konuşurken farkettim. Yazmak için bilgisayar karşısında çok oturmak lazımmış. Oturmak yetmez, çok iş yapmak lazımmış ki, arada sıkıldıkça blog yazılsın. Yeniden çalışma tempomuza dönüyoruz. Yeniden yazmaya da tabi ki. Bir de elim erer ise blogumun şeklini şemalini değiştirmeye niyetliyim. Hadi hayırlısı.

Perşembe, Mart 19, 2009

Hallelujah...

Mart ayının sonuna geldik. Hala bahardan bir ses yok. Hava kapalı, olursa kar olmazsa sert bir rüzgar. Gökyüzü bir karanlık karanlık üstüne geliyor insanın. Madem öyle mi? diyor bünye de, vut o zaman kendini Jeff Buckley'e, Nick Cave'e, Tindersticks'e, Patti Smith'e.

maybe i have been here before
i know this room, i've walked this floor
i used to live alone before i knew you.

i've seen your flag on the marble arch
love is not a victory march
it's a cold and it's a broken hallelujah

Pazartesi, Mart 02, 2009

Po nehrinin kıyısında

Sabah 3 sularında Ankara 100.Yıl'dan Torino seferine çıkan atlılarımız, İtalya saati ile saat 16 sularında Po nehri kıyılarına ulaştı. Gönül buraları pek bir hasret ile özlediği Rabia ile gezmek istiyor fakat bu sefer kısmet değilmiş, bir dahakine diyerek kendini avutuyor. Saat 4'de açık restoran bulunamayan Torino sokaklarında yorulmuş bünye "yatak, yatak" diye bağırırken, saatine 3 avro verilen internetin bitmesine 15 dakika kalmış durumda. Yurttan ve dünyadan Umut dolu haberlerimizin sonuna gelirken, buralardan, oralara kucak dolusu sevgiler, selamlar...

Salı, Şubat 24, 2009

Marangozluk zanaati

Ahşaptan hayaller inşa etmek için marangozluk zanaati öğreniyorum. Şaka felan değil, hakikaten de öğreniyorum. İlk eşya bakmaya başladığımızda farkına vardım ki başkasının bana yaptığı değil, kendimin kendimize yaptıklarının çok kıymeti olacak. Yoksa, satın almaya çok alışık olduğumuz bu çağda üretmek Çinli, Endonezyalı, Filipinli işçilerin bir lokma, bir hırka için yaptıkları bir eylem haline gelince, biz de çok isteyerek ama çok isteyerek aldığımız şeylerimize aldığımız gibi yabancılaşıyoruz. Buna inat işte Rabia ile kullanacağımız her şeyi ellerimle yapmak istedim. O kadar uzun boylu olmadığını ben de biliyorum tabi, ama gene de ikimiz de emek verecek fırsatlar yaratmaya çalışıyoruz kendimize. Yeni tuttuğumuz Oran'daki dubleks evimizin merdivenlerini elden geçirmek de işte tam bu amaca hizmet ediyor. Yalnız da değiliz bu süreçte. Sevdiklerimiz de ellerinden geldiğince destek veriyorlar. Naci Dayım (Rabia'nın marangoz olan dayısı) yol gösteriyor. Ağır işlerin altında ezilmemizi önlüyor. İbrahim ile Ezgim etrafımızda pervane. Hal böyle olunca, iş zaten çok keyifli bir hal alıyor. Bu arada ne yaptığımızı anlatmayı unuttum. Merdivenin trabzanlarını ve ahşap olan basamaklarını güzelcene boya sökücü ile temizliyoruz. Sonra zımpara ile elden geçirip, renkli vernik ile de boyuyoruz. Önümüzdeki hafta da son kat verniklerini atıp, yerlerine monte edeceğiz. İşte bu da evimizin balkonundan bir manzara. Bozkırın ortasında, çamın içinde ev bulduk. Biz çok beğendik, her gelen de çok beğeniyor evimizi. Bu da bizi ayrı bir mutlu ediyor.

Salı, Şubat 03, 2009

2009 sezonunu açtım

Bugün 4km'lik bir jog ile 2009 sezonunu açtım. Arada koş(a)madığım 3 ay bana 3 kilo olarak geri dönse de, geçen sene kazandığım ayrobik temele güveniyorum. Kısa zamanda, en keyiflisinden 10K'lar koşmak lazım. Yeniden, bir çabuk motive olmak lazım. Şu üstümdeki ölü toprağını atmak lazım. Hedefim de var. Boşa gaz vermemekteyim kendime. 12 Nisan'da koşulacak 4. Uluslararası Bursa Osmangazi Yarı Maratonu. 21 koşmak için 3 ayım var. Yeter mi? Yeter.

Pazartesi, Şubat 02, 2009

Kocaman koltuk, kocaman hayaller

Sevdiceğimle birlikte yaşayacağımız evi hazırlamaya başladık. Anlaştık. Emek, emek, özene bezene kuracağız herşeyi. Aman bu da böyle oluversin demeyeceğiz hiç. İlk parçalar Mudo Concept'ten. Bir üçlü, bir de ikili koltuk. Sırada Tepe'deki Berjerler var. Bugün Rabia'ya işi bırakıp marangozluk öğrenip, yatak odası ve yemek odasını kendim yapmayı önerdim. Hadi ordan dedikten 10 dakkika sonrası baktım yastıklara etamin yapmaktan bahsediyordu. İlmek ilmek örmeye başladık kocaman hayallerimizi. Şu dakikada kesinkes eminim, hayellerimizden güzelini kuracağız.

Çarşamba, Ocak 28, 2009

Sahnede düğün var

Dilin gelmiş geçmiş en ustası buyurdu, "Bütün dünya bir sahnedir… Ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu..." Öyle mi? dedi erkek. O hade vurulsun davullar! Bu yaz gün dönümünde Rabia ile Umut evcilik oynamaya başlayacaklar. Bir ömür oynayacağım oyunların en güzeli başlayacak Eskişehir'de gün ortasında, günün altında, tüm sevdikleri ile birlikte.

Pazartesi, Ocak 19, 2009

EFSAD'da bu Cuma

Haziran ayının ilk günlerinde Züleyha sayesinde kendimi Oğuz'un Deklanşör filminin setinde bulmuştum. Set Fotoğrafçılığı uğraşı ile böylece tanış olmuştum. Hatırlarsınız konu ile ilgili bir de yazı yazmıştım. Çekimlerden hemen sonra, ekip filmi kurgularken, ben de çektiğim fotoğraflardan bir saydam gösterisi hazırlamıştım. Hedef, filmin galasında, ilk gösterimin akabinde set fotoğraflarından oluşan saydam gösterisini de sunmaktı fakat benim yoğun Ankara mesaim buna izin vermemişti. Bu arada Efsad ekibi ile tanış olmuş, saydam gösterisini Efsad'da yapma fikri oluşmuştu. Aradan aylar geçti. Ben Ankara'ya döndüm. Gösteri işini de iyiden iyiye unutmuştum ki, iki-üç hafta önce Eskişehir'den bir telefon geldi. Efsad ekibi ile gösteriyi bu Cuma yapmaya kavullaştık. Bugün baktım web sitelerinden de duyurmuşlar. İlk saydam gösterim olacak ya, pek heyecanlıyım.