Cumartesi, Aralık 24, 2011

Günümüzü Şirinledik

İki hafta önce iş için ABD'ye giderken uçakta izlemeyi planlamıştım. Uyuya kalmışım. Dönüşte ise Rio ile Smurfs arasında kalınca Rio'yu seçmiştim. Bugüne kısmetmiş. Sabah kahvaltısında başladık izlemeye. Daha ilk planda, leylek üzerindeki şirinler dallar ve ağaçlar arasında uçuyorlardı, seyrendenler hatırlayacaktır, şirinler aslında daha güzel bir animasyonu haketmiyor mu diye sormaya başladım.  Leyleklerin uçuşu, kanatlarının haraketleri hemen Pixar'ın büyülü dünyasından çok uzaklarda olduğumuzu anımsatmaya yetti. Sonrasında gerçek görüntülere giydirilmiş anime karakterler ve ikinci sınıf bir romantik komedi içine atılmış çocukluk kahramanlarımız bizde filme karşı negatif bir his oluşturmaya başladı. Olmamış arkadaşım. Ne işi var şirin babanın, öfkeli şirinin bir Manhattan dairesinde. Ayrıca bir karısı doğurmak üzere olan kozmetik şirketi pazarlama müdürünün şirinler filminde ne işi var. Zorlayarak da olsa filmi bitirdim. Ama yazık olmuş. Şirinler bundan çok daha iyisini kesinlikle hak ediyorlardı. Sırada Tenten var. Bakalım onu neye çevirmişler...

Cumartesi, Ağustos 27, 2011

Nook ve Android üzerine güzelleme

Tatile gitmeden önceydi. Bundan sonraki yazımda uzun uzadıya anlatacağım tatilimizi Almanya, Belçika ve Hollanda'yı içeren bir rotada yapmayı planlayınca anladık ki diğer gezilerimizde olduğu gibi bir küçük Dost kitabı veya bir tane Rough Guide bizi kesmeyecek. Bulduğumuz sayısız pdf kaynaktan yararlanmak için bir e-book reader alma zamanı gelmişti. Bunun yanıda tatilde laptop taşımaktansa e-maillerimize, sosyal medya ihtiyacımıza da cevap verecek bir tablet alsak tadından yenmeyecekti. Ben de ne vakittir bu Android olayına bir merak içindeydim. Acaba iPhone alarak hakikaten etrafında çokça bulunan Android telefon severlerin tattığı hangi zevklerden mahrum kalıyordum? Bu arada tablet teknolojisinin oturmaması, tatilden önce çok para harcamamak adına da bütçemi olabildiğince düşük tutmaya çalışıyordum. Araştırmalar esnasında alt sınırın en az Android 2.2 destekleyen bir cihaz olması gerektiğini keşfetmem çok zaman almadı. Derken 7" Samsung'a karar vermek üzere iken o esnada iş yerinden bir ekibin A.B.D'de olmasını da fırsat bilip sıkı bir kullanıcı kitlesi olan ve tablet için tasarlanmış ilk Android sürümü Honeycomb'a yükseltilebilen Barnes and Noble'ın Nook Color isimli tabletini sipariş ettim.  
İlk düşüncem zaten browser ve e-book reader desteği olan orjinal Android 2.2 altyapısı üstüne kurlmuş olan Nook işletim sistemine tatilden dönene kadar dokunmamaktı. Fakat marketinin inanılmaz fakir olması, (İnanılmaz, olsa olsa 100 uygulama ancak vardır) çok pahalı olması, Android markette 3 olanın burda 13 olması, ve beni beklediğini düşündüğüm Honeycomb'un serin sularında yüzmenin dayanılmaz hafifliği ilk hafta sonunda rootlamama yetti. Rootlamak youtube'de anlatıldığı kadar kolay oldu. İmajı indirdim, microsd'ye bastım. Microsd'yi Nook'a takıp reboot edince, Alis harikalar diyarından çıktı. 
Ben Android sevmedim! İlk olarak işletim sistemi açık kaynak olsa dahi Türkiye'de yaşayan faniler olarak Marketteki paralı uygulamalara ulaşamadığımız için Market Enabler isimli, bir uygulama kurarak "hacking" işine başlamamız gerekiyor. Hacking bu bir başladınız mı, kim tutar sizi? Market çöp dolu. Yok öyle değil diyeni duymadım. Paralısı, bedavası, programların sizin platformunuzda sorunsuz çalışacağının bir garantisi yok. Sürüm, donanım, çözünürlük derken olay karmaşıklaşmaya başlıyor. Bu arada Market ısrar ediyor, senin Nook'unu ben tablet olarak görmüyorum diye. Ama kuzum sana ne? Ben parasını veriyorsam izin ver istediğim yazılımı satın alabileyim. Derken, forumlarda gezinmeyi, uzun uzun denemeleri, rebootları, reinstalları tecrübe eden kullanıcı dayanıklılık ve tabiri caiz ise ustalık kazanıyor. Google'da uygulama ismi boşluk apk yazdığında paralı programların indirip kurabileceği parasız versiyonlarını bulacağını da öğrendi mi değmeyin keyfine. Torrentlerde binlik paketler halinde sunulan programları ve oyunları saymıyorum bile. Derken geceler geceleri kovalıyor. O bunla çalışmaz, bu şunla. Ben hasbelkader bu işlerden az da olsa anlıyorum. Malum temelde yazılım üreterek hayatımı kazanıyorum ki benim iki haftamı aldı kararlı bir sistemi ayağa kaldırmam. Resmen mühendislik yaptım. Hem de kaç noktada. Sürekli debug halindesiniz. Entellektüel eğlence desen, o da değil. Neyse hala hem açılışta hemde kullanırken bir kaç saatte bir exception (nam-ı diğer hata) yerken ve artık bu iş olmayacak derken, zira iPhone/iOS sever bünye kararlı ortama alışkın, Android sever arkadaşların da telefonların da bu hataları aldıklarını ve önemsemediklerini görünce ben de beklentilerimi buna göre ayarladım. Tatilde kullandık, hala kullanıyoruz. Taşınabilirlik had safhada. İnsan hata mesajlarıyla yaşamaya alışınca kullanımı da seviyor. Fakat tablet alacaklara benim nacizane önerim beklentilerini iyi ayarlamaları, alacakları tabletin fabrika ayarlarında üstünce gelecek uygulamaları ve üretici firmanın marketini değerlendirmeleri, Andorid market ve Android hacking'e bel bağlamamaları yönünde olacaktır. Nvidia Tegra altyapısında iki çekirdekli güçlü ekran kartlı çok şahane donanımlar var, fakat onları destekleyen kararlı uygulama platformları hala eksik. Performansı ve kararlılığı sadece üretici firma garanti edebiliyor. Kendiniz "hack" etmeye kalktığınızda binlerce sayfa forum içinde kayboluyorsunuz. Bunlarla uğraşmayıp, "dark side"ı seçmek, paraya kıyıp bir iPad almak, sürece değil sonuca odaklı kullanıcılar için değerlendirilmesi gereken bir seçenek. İş gücümü maliyetlendirsem, ben eminim, iPad'den daha fazla para harcadım. Tek tesellim Android ile tanışmış olmak.

Cumartesi, Haziran 11, 2011

Paris'te bisiklet turu

Mayıs ayının başıydı, anlayacağınız oldu biraz. Bir toplantı vesilesi ile iki günlüğüne Paris'e gittim. Toplantıyı bir buçuk günde tamamlayınca Cuma öğleden sonrası da bana kaldı. Toplantı Eragny diye bir kasabadaydı. Ulaşmak için PER C hattını kullanıyordum. Toplantı yapılacak yere görece yakın olabilmek için Porte de Clichy'de bir otel ayarlamıştım. Geçen sene de aynı yerde toplantı yaptığımızda, Rabiş de benimleydi, rahat gezebilmek için Eyfel yakınında bir otelde kalmıştık, ben toplantıya ulaşana kadar ruhumu teslim etmiştim. Konuya dönersek, Porte de Clichy'de metro istasyonu civarında bir çok kiralık bisiklet vardı. Özel otomatlara bağlı öyle kuzu gibi yatıyorlardı. Ortalıkta da bunlarla gezen bir sürü insan vardı. Gözüme kestirmiştim zaten, zaman da olunca, yarım günlük Paris turunu bu bisikletlerle yapmaya karar verdim.Velib ismi verildiğini sonradan öğrendiğim sistemi, otomat başında menüleri kurcalarken, sağdaki soldaki insanların yardımı ile çözdük. Çözdük diyorum, yalnız değildim, yanıma toplantıya beraber gittiğim arkadaşı da aldım. Önce biraz debelendik, otomat kredi kartımızdan deposito olarak 150 avro kesince Allah dedik ama hikayenin korkacak bir tarafı yoktu. 1.70 avroya günlük bilet alıyorsunuz. Her bisiklet aldığınızda ilk yarım saat bedava sonraki her yarım saat için 1 avro kesiyor. Pariste 1200 kadar bisiklet kiralama istasyonu varmış. Bize yardımcı olan herkes yarım saatinizi doldurmadan bir istasyonda bisikletinizi değiştirin ki az para verin diye uyardı ama biz olayın acemileri olarak aşağı yukarı her seferinde 40 dakikada bir bisikleti bırakarak 3 defa 1 avro ödemeyi başardık. İşin güzellikleri saymakla bitmez. İlk olarak Paris'in muhteşem caddelerinde bisiklete binmenin eşsiz keyfi. Sonra her ne kadar ertesi gün bindiğim taksinin şöfürü aksini söylese de, iki tekerleklilere alışkın, onlara göre düzenlenmiş, güvenli bir trafik. Şöyle anlatmak istiyorum: Bazı yerlerde otobüs ve bisikletler aynı yoldan gidiyor. Kırmızı ışıkta bekliyoruz. En önde biz iki bisikletli, arkamızda dolu bir belediye otobüsü. Biz ne kadar hızlı gidersek o da o kadar hızlı gidebiliyor. Bir ışık, iki ışık. Ne bir korna ne sellektör ne taciz. Şahane. Devam eder isek misal güzel bir yere geldiniz, etrafı yürüyerek gezmek istiyorsunuz, bir kahve içip etrafı seyredeceksiniz. Bırakıyorsunuz bisikleti bir istasyona, etrafta istediğiniz kadar takılıp, yeni bir tane alıp başka bir limana yelken açıyorsunuz. Bir yandan Paris ne kadar büyük gözükse de bisikletle bir yarım günde bir çok yer dolaşabiliyorsunuz. Biz çok keyif aldık. Gidecek ve gezeceklere tavsiye ederim.

Salı, Nisan 26, 2011

Geç kalmış bir Amasra yazısı

İki hafta önceydi. Züleyha'nın yüksek lisans tez jürisini savuşturması ve biz mühendisler nezdinde yüksek sosyolog, sinema televizyon ve hatta iletişim uzmanı olmasını kutlamak vesilesi ile yeşil ve tombul olan alemin en şekilli arabasına doluşuldu ve ver elini Amasra. Amasra bomboş. Hava en kralından yağmurlu. Arada izin veriyor sağolsun, iki rıhtımda yürüyüp keyif yapıyoruz. Bol balık, salata ve saz arkadaşları. Derken pansiyon. Lütfiye teyzenin eski evi. Önünden geçerken her seferinde aklımda kalan mekan. İçi o kadar da içimizi açmıyor. Ortak banyo işi bir yaştan sonra yalan. Pansiyon odası da olsa, kutu gibi olsun, içinde banyosu tuvaleti olsun. Son kararımız. Sabah kahvaltısı gene Lütfiye'de. Fakat bu seferki cafe olanı. Bu çok başarılı. İnanılmaz bir sofraya kişi başı on lira ödemek yüzümüzü güldürüyor. Paramızın geri kalanını Lütfiye cafeye bırakmaya kararlıyız. Reçeller, helvalar ve lokumlar gırla. Kat be kat hediye faturası ödüyoruz. Dönüş yolunda Safranbolu. Safran alınmadan geçilmemeli. İki gramı mazallah bir maaş. Derken güzel bir çarşı turu üstüne kızılcık şerbeti ve cevizli erişte. Arabaya binmeden Safranbolu simidi almazsak olmaz. Havaya bak sen. Yağmurla yetinme sen! Bir kar vardı ki yolda, akıllara zarar. Nisan ortasında bir karış karla vardık Cankurtaran'a. Ankara günlük güneşlik.

Pazar, Nisan 03, 2011

Koşulara geri dönüş

Kış boyunca koşu işini askıya aldım desem yeridir. Bir kaç sefer uzun uzun koşmayı denedim fakat koşu bandında yarım saatten fazla koşmaya bünyem bir türlü elvermedi. Sıkıldım. Sıkılmamak için film seyrettim olmadı, dizi seyrettim olmadı, müzüik ayarladım, ondan da sıkıldım. Aynı hızda 45-50 dakika koşmak bana her koşulda zulüm geliyordu. Neyse bahara doğru yaklaşırken yeniden koşulara geri dönmek lazım derken runnersworld.com'da en sevdiğimi yukarıda yayınladığım bu videolara rastladım. Son üç haftadır, hafta en az bir defa yukarıdakinden, bir kaç sefer de "The fast 15" olanı koşuyorum. Sürenin kısa olması, hızın sürekli değişmesi sayesinde antrenmanı sıkılmadan tamalayabiliyorum. Az kaldı biliyorum, yakında evin kapısından çıkıp ormana dalacağım. O günlerden önce biraz kondisyon depolamak lazım. Bir de bisiklet mevzusu var. Şu patlayan tekerleği bu hafta Delta bisiklete götürmem lazım. Tubeless lastik nasıl tamir edilir? Nasıl? Arkası yarın...

Pazartesi, Mart 28, 2011

Blogsuzlaşma süreci

Blog yazma işine 24 Ekim 2005 yılında başlamışım. Beş senenin üstünde yüzlerce yazı yazdım. Temelde yazdığım an yaşadıklarımı sevdiklerimle paylaşmak, sonrasında da kendi kendime kişisel tarihçemi okuyup eğlenmek için yazıyorum. Bir ay önce de artık alan adı almanın zamanıdır deyip umutungunlugu.com'u satın almıştım. Sıklığı değişse de uzun süredir, aksatmadan hem blog yazıyor, hem de okuyorum. Bu gayet otonom, gayet bağımsız, gayet dağıtık içerik yaratma işini ta başından beri çok da seviyorum. Annem, teyzem, kuzenler, arkadaşlarım yazdıklarımı okuyorlar. Bunu yanında Rahmi ile hiç tanışmadık ama yıllardır birbirimizi okuruz. Sandeletli Seyyah Bora Bilgin'i hiç tanımadım. Onu takip ettiğimi bile bilmiyordur ama o her seyahata çıktığında ben merakla bekliyorum. Bu böyle uzar gider. Benim dışımda yüzbinlerce blog sever var. Bulutsuz havalarda herkes mutlu mutlu yaşıyordu. Gök gürledi, yağmur başladı, dereler taştı, yollar çamur oldu, trafik sıkıştı, taksi bulmaz olduk, elektrikler kesildi ve Türkiye'de yaşadığımızı anımsadık. Digitürk 240 milyon dolar futbol takımlarına aktarırken 12 milyon'u teknolojiye aktarmak yerine Diyarbakır'a avukatlarını yollayıp yüzbinlerce blogsevere, futbol severler kadar değer vermediğini göstererek hepimizi süresiz, sonu belli olmayan bir sürece sokarak memleketi blogspot.com'dan mahrum etmeyi seçti. Ellerine sağlık! Bundan sonra google'dan beklenen tabi ki Türkiye'den yayınlanan her videoyu kontrol edecek bin adam istihdam etmek. Önce onlar bakacak, olur ya Digitürk kızar falan da yargıya başvurur, Digitürk kızmaz ise işgüzar bir vatandaşın kanına dokunur, zaten yargımız için internet teknolojisi mazallah "rocket science", anlayan çıkmaz, memleketin tüm interneti kapatıverir. Gönlümden geçen bıçağın kemiğe dayanması. Yok mu Facebook'u ve Gmail'i kapattırabilecek bir avukat, arkadaşlar ile aramızda para toplayıp Çemişgezek'te bir dava açalım.

İstanbul Haftasonu

Ezgi ile İbrahim'in Gebze'ye taşınmalarının senesini devirmek üzerdeydik ki hızlı bir ayarlama ile geçen hafta sonu Pegasus sağolsun Sabiha Gökçen'e uçtuk. Pegasus sağ olsun hakikaten hem ucuz (herşey dahil 49TL), hem de havacılık alanının ciddiyetine sahip (Takside cep telefonu ile konuşan yolcuyu güvenlik görevlisi gelip teslim aldı). Cuma gecesi Gebze'deki ev keyfinden sonra Cumartesi Çengelköy'de başladı. Utku ve Sultan'ın katılımı ile sayımız altı oldu. Çınaraltında bol börekli çörekli bir kahvaltıdan sonra ve elini Kadıköy. Anadolu yakası keyfi yapacağız, niyetimiz bozuk. Ordan Moda'ya yürüdük. Wafle'ın en güzelini yedikten sonra kahve keyfi yaparken Turgay ile Gaye'de aramıza katılınca tam bir kuzen buluşması oldu. Akşamına Cadde'ye ulaştık. Güzelinden bir yürüyüş sonrasında Ankara'lının bünyesini ıslak hamburger ile ıslah ettik. Gece Tabu oynayarak bitti.
Pazar sabahı ilk durağımız Pando Amca'nın mekanııydı. Sıcak süt ile sucuklu yumurta, bol bol söğüş. Tam bir Beşiktaş keyfi oldu. Pando Amca da bizi kırmadı, iki kare fotograf çektik. Sonra Taksim. İstiklal'den Kuledibi'ne, ordan da Eminönü'ne. Gözümüz gönlümüz İstanbul'a doydu. Kardeş ile kuzenle doya doya görüştük. Darısı yenisine.

Çarşamba, Mart 09, 2011

Brüksel Notları

Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde Brüksel'e hem gecenin köründe gidip, gecenin köründe de dönüyorum. Geçen Pazar sabah 2 sularında evden çkıp düştüm yollara. Otele vardığımda saat 11'e varmıştı. Geçen gidişimizden aldığım ders sonucu gene Türk mahallesinde ama bu sefer Prestige Hotel'de yer ayırtmıştım. Otel güzelmiş. Beğendim. En güzeli NATO'ya giden otobüs 65 numara tam önünden geçiyor. Grand Platz'a yürüyerek yirmi dakika. Türkçe konuşulan bir ortam. Fiyatı makul. Uzun ve erken başlayan yolculuk sonrasında kendime geldiğimde öğleden sonra olmuştu bile. Hava çok güze lgözüküyordu. Merkeze doğru yürümeye başladım. Karnımın acıktığını farkedince yol üstündeki bir fırına uğrayıp açma aldım. Açmayı tırtıklarken meydana ulaşmıştım bile. Bir iki dükkana gireyim, etrafta dolaşan insanları seyredeyim, şurada oturup bir şey içeyim derken akşam oldu. Günü midye çorbası ve patates ile bitirdim. Pazartesi toplantı ile geçti. Akşamına kısa bir şehir turu, Yunan restoranında gyro, Häagen-Dazs'da sıcak çikolata ve wafle ile günü bitirdik. Salı sabahı checkout'a kadar çalıştım. Hesapta Ankara'ya dönünce Aviyonik Semineri'nde konuşma yapacaktım. Pehh, 40 santim kar ile karşıladı Ankara beni. Seminer, iş, güç herşey iptal. İki gün kar tatili. Hava alanına gitmeden evvel bir daha meydana inip son alışverişleri yaptık. Leonidas'dan çikolatalar, H&M'den ucuz giyim, sahaftan plak derken çantayı doldurdum. Uzun bir dönüş yolculuğunda sonra bugün sabaha karşı eve vardım.

Salı, Mart 01, 2011

The Big Bang Theory

Biraz geç kaldığımı kabul ediyorum. Dördüncü sezonuna gelmiş bir başyapıtı kaçırmışım. Zararın neresinden dönersem kardır, öyle değil mi ama? Geçenlerde Eskişehir tayfasından Servet beni ayıplayınca dün utancımdan ilk sezon ilk bölümüne bir bakayım dedim. İyi ki de bakmışım? Yok böyle güzel bir sitcom. Veya geek commedy mi desem? İzlemeyenler de bu yazım vesilesi ile bir baksınlar. Pişman olmayacaklar.

Pazar, Şubat 27, 2011

Beypazarı çıkartması

Fatih dağda ev aldığından beri konuşur dururduk. Fatih bize etraftaki rotalardan bahsettikçe de canımız isterdi. Abi, kesin geleceğiz. Şu zaman geleceğiz, olmadı bu zaman kesin geleceğiz derken Serap işe el atınca bu sabah hep beraber düştük yollara. Ankara'da hava biraz yağışlıydı ama eminim hiç birimiz neyle karşılacağımızı bilmiyorduk. Fatih'in deyimi ile Karaşar ayrımından Karagöle döner dönmez mevsim değişti. Mevsim değilse bile iklim değişti. Kar yürüyüşü hakkında hiç birşey bilmediğimizi farketmemiz 500 metremizi almadı. Birkaçımızda tozluk vardı ki onlar bu basit farkın lüksünü sürdüler. Geri kalan Kar Yürüyüşü 101 dersi talebeleri her dizimize kadar kara battığında botunun içine giren karı temizlemek zorunda kaldı. Hiç birimizde Tschibo'da üç paraya satılan raket biçimli ayakkabının altına takılan ismini dahi bilmediğim malzemeden yoktu. Hal böle olunca her kara gömülene, gömülürken şekilden şekile girene kahkalar ile güldüğümüz bir saatlik kısa ama keyifli bir yürüyüş yaptık. Sonrasında tam ev sahiplerimizin bize sunduğu tarhana çorbası ve gövecin keyfini çıkarıyorduk ki Gökhan bombayı patlattı. Hayatında ilk defa "vasıfsız" yürümüş. Keyif de almış. Vasıfsız yürüme lafına çok güldük. Güzel bir faaliyet olarak akıllarda kalacak. Darısı yenilerine.

Cumartesi, Şubat 26, 2011

Adres değişikliği

En sonunda umut'un günlüğü için bir alan adı aldım. Beş senenin sonunda blog'umun kendine ait bir adresi oldu. Evet taşındık, ama uzak bir yere değil. Hemen yan daireye. Yeni adresimiz www.umutungunlugu.com. Günlüğümün saygıdeğer takipçileri, adres kayıtlarınızı güncelleyebilirsiniz.

Perşembe, Şubat 24, 2011

35. yaş günü hediyem

Crembrule. Evet, 35. yaş günü hediyem, crembrule yapmayı öğreneceğim bir yemek kursu. İnanamıyorum. Tadı hala damağımda. Yemeklerin de evet ama, en çok Rabişimle birlikte Cookart (http://www.cookart.com.tr/) mutfağında geçirdiğimiz üç saatin. İnanılmaz keyifli, çok öğretici, hani nasıl diyorlar, "hands on", hah tam öyle işte. Yapa yapa öğretiyor Cookart'ın sahibi, kendisi ile bugün tanıştığın, hatta ilk tanıştığım "Şef" (burası önemli, hakiki bir şef) Cemre Cerit. Çok şaşırdım, kendisi de öğretirken çok keyif alıyor. Altı kişilik grubumuz ile 3 hafta daha Çarşamba akşamları Kilis Sokakta olacağız. Davet menüsü hazırlayacağız. Grup da çok keyifli. Yemek yapmaktan keyif alan altı kişi bir de şef. Yahu masal gibi. Hala inanasım gelmiyor. Ne süper hediye be! Hatta en bir şahane hediye.

Pazartesi, Şubat 14, 2011

Yeni çağın madencileri

Şimdi silik gölgelerin türküsünü söylüyoruz.
Derin yer altı ocaklarında kazmalar,
Derine, hep derine kazıyoruz.
Nerde çağımızın o altın kalbi
Çağımızın altın kalbini arıyoruz.

Seni düşünüyorum her vurduğum kazmada
Çocuk gözlerinde kirli bir yağmur
Kazdıkça daha derinlere inmek,
Kazdıkça senden biraz daha uzaklaşmak demek.
Eski çağlardan bir yeraltı Tanrısı
Tutup öpüyor yorgun ellerimizden
Çağın uzaklarda vuran kalbini duyuyoruz derinden,derinden
Üzerimizde ağır bir yeryüzü
Gökyüzünden uzakta, çok uzakta
Derine, hep derine kazıyoruz
Nerde çağımızın o altın kalbi
Çağımızın altın kalbini arıyoruz.
Çağ yendi bizi,yorgunuz...

Ergin Sander

Pazartesi, Ocak 31, 2011

2011 Global Game Jam'in ardından

Bu sene kaçıncısının yapıldığını bilmediğim Global Game Jam  dünya çapında bir etkinlik. Dünya çapında derken hakikaten dünya çapında. Misal bu sene içlerinde Ankara'nın da yer aldığı 169 merkezde yapılan etkinliğe 6474 geliştirici katılmış, 1466 tane oyun geliştirilmiş. 48 saat süren etkinliğe her ülke kendi yerel saati ile Cuma günü saat 17:00'da başıyor. Önce oyunlarda kullanılacak tema açıklanıyor. Sonrasında katılımcılar gruplar oluşturup, oyun geliştirmeye koyuluyorlar. 48 saatin sonunda, Pazar saat 17:00'da da gruplar önce oyunlarını global web sitesine yüklüyor, sonra da yaptıklarını birbirlerine ve jüriye sunuyorlar. Jüri ve yarışma kısmı çok önemli değil. Dereceye girenlere öyle kayda değer hediyeler sunulmuyor. Jüri desen, sayıca yarışmacılar kadar (Bu sene 60 yarışmacı, 40 kadar jüri vardı). Yani jüri olmak da etkinliğe katılmanın bir biçimi. Ben etkinlik ile ilk defa geçen sene tanışmış, görüşlerimi de sizlerle paylaşmıştım. Bu sene bir adım daha atarak etkinliğe jüri olarak katkı sağladım. Cuma konunun açıklanmasından, Pazar sürenin bitmesine, ödüllerin verilmesine kadar gidişat ile ilgilendim. Çocukların etraflarında dolandım, sorular sordum. Diğer meraklılar ve sektörden insanlarla uzun uzun oyun sohbetleri ettim. Etkinlik ODTÜ Teknokent'in oyun ve animasyon merkezi ATOM'daydı. Fırsat bu fırsat, etraftaki oyun stüdyolarını gezdim. En merak ettiğim Taleworlds idi, Armağan Hocam kırmadı beni, Taleworlds'ü de gezdim.
Ekibin önemli bir kısmını geçen seneden gözüm ısırıyordu. Bu sene yeni heves yeni heyecan ile katılanların sayısı da az değildi. Toplam 60 kadar geliştirici vardı. Geliştirici diyorsam hepsi kod geliştirici değil, çok sayıda grafik tasarımcı, ses tasarımcısı da vardı. Geçen sene kadar sıkı olmasa da, bu sene de çocukların yiyeceğini içeceğini sağlayan bir çok sponsor vardı. Kuru Kahveci Mehmet Efendi kahvelerini eksik etmedi, Eker de ayranlarını. Gülmeyelim. Böyle bir etkinliğin en önemli yanı 60 kadar 48 saat ayakta kalacak elemanı sürekli beslemek. Seneye Eti'ye, Ülker'e haber salmak lazım. Kahve Dünyasını, Fast Food zincirlerimizi olaya katmak lazım. Sponsor mühim mevzu. Hepsinin ellerine sağlık. Darısı nicelerine.
Bu sene de çok güzel oyunlar çıktı. Birinci oyunu web sitesinden indirip oynamınızı öneririm. Gerçekten çok başarılı bir iş çıkardı grup. Üçüncü oyun da umarım ücretsiz olarak iPhone Store'da yerini alır. Öte yandan Ziggy grubu sanatsal üretimleri ile herkesin gönlünde taht kurdu. Bu onlara derece getirmese bile güzel bir saygınlık getirdi. Tüm grupların işlerinden bahsetmem zor fakat zamanı olan için hepsi görmeye değer işlerdi. http://globalgamejam.org/games/2011 sitesinden Ankara'da ve dünyada üretilen tüm oyunlara ulaşabilirsiniz.
Bence bu etkinliğin çok özel bir yanı daha var. Sanatsal ve teknolojik üretimi bir tema etrafında yoğurup kısa bir zamanda eser yaratılan bir deneyim sunuyor. Mühendis aklımla soruyorum: Modern sanat bu değil de nedir? Ben hiç bir konu verilip insanların 48 saat içinde kısa film çektikleri bir etkinlik bilmiyorum mesela. Böyle bir etkinlik çok güzel olmaz mıydı? Bunu yapan oyun geliştirme camiası kanımca çığır açmaktadır. Birlikte, kendiliğinden, hemen üretim. Üretilen interaktif canlandırma ile temayı ifade etme. Bunlar çok önemli değil mi? Seneye daha güzel, daha kalabalık, daha canlı bir GGJ umudu ile.

Pazar, Ocak 16, 2011

Behzat Ç. kült mü oluyor?

Bir kültür, bir alt kültür veya gruba adanan, adanır hale gelen yapıtlar kült yapılar olarak anılageliyorlar. Yakın dönem Türk sinemasında kült film denince akla gelen ilk isimlerden bir tanesi de Serdar Akar. Gemide filmini kaç defa seyrettiğimi hatırlamıyorum bile. "Bir memleket gibidir gemi" repliği ilk cümledeki grubu yaratıvermişti. Filmi seyredenlerin, veya şöyle söyleyeyim, filmi kült haline getirenlerin filmdeki karakterler ile sosyal veya ekonomik olarak bir kan bağları yoktu. Dünyaları ayrıydı. Aynı Behzat Ç.'de olduğu gibi. Serdar Akar yeni işinde de aynı bağlanmayı yarattı. Bölüm başına iki-üç yüz yorum yazan ekşisözlük yazarlarının halkımızın emniyet mensuplarını en seven grubu olduğunu söylemek kanımca pek doğru olmaz. Okumuş, beyaz yaka, bilişim sektörü çalışanlarının Behzat tesbihi ile dolaşmalarına ne demeli? Geçen gün işyerinde Rabiş'in telefonunu Behzat gibi açınca ortalık yıkıldı. Neden seviliyor bu Behzat Ç.? Nedir işin sırrı Serdar Hocam? Benim bulduğum cevap, Serdar Akar'ın işlerinin en belirgin özelliği güçlü karakter tasarımları ve güçlü replikler. Sevenleri seyrederken, "işte budur abicim" dedikleri anlar buluyorlar. İlkin, dizi son 15 senede Ankara'nın başına gelmiş en iyi şey. Ankaralılar, pardon biz taşralılar, köyümüzde çekilen diziyi zaten ilk elden seviyoruz. Dizinin bir yerinde Behzat Başkomserim "biz egemen sınıfın çıkarlarını korumak için yaratılmışız" diye bir cümle patlatınca akan sular duruyor. Bugün olduğu gibi "seviyorum merkez" diye telsiz anonsu geçilince polis frekanslarından, akan sular duruyor. Bir pazar gecesi daha biterken, ben ve Behzat Ç. sevenler cemaatinin pek saygıdeğer üyesi olan binler, haftaya merkezin ne cevap vereceğini inanılmaz bir sabırsızlıkla bekliyor. İş filmden çıkıp diziye döndüğünde Serdar Akar'ı bu heyecanı sürekli tuttuğu için de kutluyorum.