Cuma, Aralık 21, 2012

Gideros Mobile


Gideros Mobile geliştirenlerin kelimeleri ile sizin kolayca Android ve iOS işletim sistemleri için oyun geliştirmenizi sağlayan bir araç. GATE 541 dersinde bu dönemki öğrencilerimden Umut Demirel benzer bir mottosu olan Corona isimli araç ile Burp the Game isimli iPhone oyununu geliştirip yayınladığında bu yana Lua Oyun Motoru olarak anılan araçlar gündemimize oturmuştu. Gidersos'u ne zamandır kulağıma çalınmış olmasına rağmen, iş yerinden Ebru <> diyene kadar Atılım ve Deniz ile tanışmak aklımda yoktu. Aynı gece Atılım'a mail attım. Dersten bahsedip, uygun bir durum olur ise derse katılmalarının harika olacağını, kendileri ile tanışmaya çok mutlu olacağımızı anlattım. Çok sıcak karşıladılar. Şansımız da yaver gidip program, Ankara'da planladıkları diğer işlerle birleşiverdi. Bir hafta sonra Enformatik Enstitüsü Bilgisayar Labında bir avuç oyun geliştirici ve daha şimdiden dünya çapında inanılması güç başarılara imza atan Gideros'un yaratıcıları buluştuk. 

Sıcak ve samimi bir havada güzel bir seminer yaptık. Deniz Gideros'un hikayesini anlattı. Nasıl mobil oyun moturu yazmaya karar verdiklerini, nasıl bir süreçten geçtiklerini anlattı. Sonrasında Atılım ortamı tanıttı. Öncesinde örneklere göz atmış, bir kaç örnek de yazmıştım. Hakikaten sadece dile kolay değil, geliştirmesi de kolay bir ortamdı Gideros. Hiçe yakın Lua tecrübem ile bir gecede rahatça adapte olabilmiştim. Atılım'ın sunumu da tam bunu anlattı. Kolayca nasıl mobil oyun yazarsınız? Gerçek zamanlı olarak mobil cihazınızda sonucu nasıl görürsünüz? Oyununuza fiziği, ağ yeteneğini nasıl eklersiniz? Gideros ile animasyon nasıl yaparsınız? derken dakikalar aktı gitti. 
Son söz olarak diyorum ki, eli kod tutan, nasıl kolay mobil oyun yazarım diyen, illa ki bakmalı, tanışmalı Gideros ile. Ve buradan Atılım ve Deniz'e bir daha teşekkür ediyorum.  

Pazar, Kasım 04, 2012

Yavru vatana güzelleme


Ters başladı bizim de yavru vatan gezimiz. Yaz tatilinde güneş görmedim diye o kadar yakındım ki Rabik beni Fas'a götürmeye bile razıydı. Güvenliktir, kolaylıktır derken kendimizi Kıbrıs için uçak bileti alırken bulduk. ODTÜ KKK Misafirhanesinde yerimizi ayırttık, arkadaş tavsiyesi ile Başpınar'dan arabamızı ayrıttık. Derken bayram tatili geldi. Sabahında bir dolgu, bir kanal tedavisi, üstüne Pegasusun çaysız kahvesiz züğürt uçuşu ile Ercan'a akşam karanlığında indik. Umut Durak yazılı tabelası ile Başpınar'ın çalışanı karşıladı bizi.  Ford Fiestamızın anahtarını verirken dönüşte arabayı buraya bırakın, anahtarı da paspasın altına bırakın diyince biz pek anlamamıştık. Sağdan direksiyona oturur oturmaz başka bir ülkede olduğumuzu hemen kavradık. Endişe ve korku dolu ilk yarım saat sonrasında şaşkınlık içinde yıllardır çok çekindiğim bu sağdan direksiyon mevzusunun ne kadar da kolay olduğunu anlatıp durdum.

Yıllardır Kıbrıs bizi bir türlü çekmezdi. Ne vardı ki adada, bol yıldızlı oteller ve bol bol kumarhane. Bunlardan bize ne? Derken ODTÜ KKK açıldı. Giden gelenden güzel şeyler duymaya başlamıştık ama gene de büyük beklentilerimiz yoktu. Güzel bir plaj bulalım, bol dinlenelim, daha ne olsun? Kampüs ve misafirhane beklentilerimizin çok üstündeydi. Sıfırdan şahane bir kampüs inşa etmişler. İlk gece biraz etrafta yürüdük. Yurt kantinlerinden birinde çay içip meraklı gözlerle etrafı süzdük. Ertesi sabah en yakın kasabaya, Güzelyurt'a attık kendimizi. Gazeteciyle ayak üstü sohbet ettik. Hoş şive ile ilk orada tanıştık. Derviş Zaim'in Çamur filminde fırlamış cümleler bize denize girmek ve kafa dinlemek için Yeşilırmak köyünü önerdi. Adanın kuzey sahilinde Rum sınırının yanı başına yarım saatte ulaştık. Yolda Lefke'nin narenciye bahçeleri bize güzel bir tatili müjdeler gibiydiler. Yeşilırmak'ta ufak bir sahil restoranında denize kavuştuk. Yanında hellimli tosta ve şeftali kebabına da. Öğleden sonra hava bozunca biraz huysuzlandık. Kasıma ramak kala öğlenleri iki üç saat pilaj keyfine şükretmeyi zamanla öğrendik.  

Akşamları Kıbrıs okumaya koyulduk. Gitmezden evvel arkadaşlardan kulağımıza çalınan kelimeleri arayarak başlayan okumalar sayesinde etrafı tanımaya başladık. Ertesi gün hedefimiz Glapsidesti. Adayı kuzeyden güneye katettik. Magusa'nın uçsuz bucaksız sahili bizi bizden aldı. Bu güzelliği paylaştığımız insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Yılın yorgunluğu kuş olmuş uçuyordu omuzlarımızdan.  Öğleden sonra etrafı keşfe çıktık. Eski Maraş kıyılarında dolandık. Yeni Magusa'da yemek yedik. Kale içini bulmamız zaman aldı. Hava kararmış, biz yorulmuştuk ama Venedik harabeleri ile Lala Mustafa Paşa camisi arasında kalan meydanda oturup kahvelerimizi içerken bir daha geri geleceğimizi biliyorduk.

Bisiklet kiralayabileceğimizi gitmeden öğrenmiştik. Anlatmadan olmaz. Ada İngiliz etkisi baki. Her yer İngiliz turist ve hatta adaya yerleşmiş İngilizler var. İngiltere'ye yerleşmiş adalı da çok ama gelmek istediğim yer ayrı. Ada da ihtiyaca göre şekillenmiş. Geçitköy'den Nick isimli bir amcadan Marin marka, gayet şahene durumda bisikletlerimizi kiraladık. Amca bize bir de işaretli patikaların haritasını verdi. iPhonenunuz olduğunu söyleseydiniz evden gpx dosyalarını getirirdim diye de çıkıştı. Keşke getirseymişiz, yolu çıkaramayınca, kondisyon da bizi yarıda bırakınca dönüverdik asvalt yola. Yağmurun ve bacakların izin verdiği ölçüde kıyıdan kıyıdan bir bisiklet turu yaptık. Anladık ki isteyene  Kıbrıs bisiklet cenneti. Manzara şahene, yollar sakin. Kaliteli bisiklet kiralamak mümkün. Daha ne olsun!
Sonra Escape plajını keşfettik. Yazları binin üstünde insanın geldiği. Ekim sonunda ise ancak kırk elli kişiye hizmet veren güzel mekan. Yemekleri güzel, denizi güzel, yeri güzel. Derken kalan günler önce Escape, deniz, kum, güneş sonra Kıbrısı keşfetmece şekline dönüştü. Girne Bellapais Manastırı ile, Niyazi'nin tadına doyum olmayan kebapları, ortaçağdan fırlamış limanı, Kıbrıs Evinde yerel yemekleri, Hilarion kalesi ile bizi çok mutlu etti. İnsanlar hep güleryüzlüydü. Şive ve İngilizlerden kalan kalıplar bize oldukça değişik geldi. Bellapais'den Hilarion'a ne kadar zamanda gideriz diye sorduğumuz amca nın, 'üç çeyrek sürer' cevabı çok hoştu. Ara ara, yaşanır burada bile dedik. Ama yazın kesin çok sıcak oluyordur.

Lefkoşa hepsinden başkaydı. Tam bir kültür yumağı gibiydi. Türkü, Rumu, Arabı, İtalyanı, İngilizi  sanki hepsi oradaydı. Her köşede hepsinden birer parça. Binalar her çeşit, insanlar bin çeşit. Uzun uzun zaman geçiremedik ama aklım kalmadı desem yalan olur. Bol güneşli günler boyu fotograf çekilesi bir kent Lefkoşa. Sınırı, sokakları, restoranları, dükkanları, hanları ve ibadethaneleri ile.
Sözün kısası Kıbrıs'ı bir haftaya ve bir blog yazısına sığdıramak çok zor. Sandığımızın aksine, çok sevdik. Gene gideceğiz. Gitmediyseniz, siz de bir şans verin derim.

Cumartesi, Ağustos 18, 2012

İzmir'in dağlarında çiçekler açar

Ankara'nın taşına bak. Marşlarda anlatılan bir yaşam tarzımız var. İnanılmaz! Geçen haftasonu Özlem'in düğünü için İzmir'deydik. Hem düğün sahipleri ile biraz vakit geçirmek, hem de İzmir'in keyfini çıkarmak için Cumartesiden düştük yollara. Dört ayak üstüne düştüğümüzü Bostanlı iskelede Havaştan indiğimizde farkettik. Hakimevi, Altinbalik (düğün mekanı) ve Kamil Koç (dönüş için) hepsi görüş mesafesinde idi. Vapurla Pasaporta geçtik. Alsancakta turladık. Sevinç pastanesinde soluklandık. Döndük Karşıyaka çarşıyı dolandık. Akşamına önce Karşıyaka sahilde Danteye oturduk. İskele üstünde akşam keyfi. Sonrasında Bonstalı sahile, insana karıştık. Aldık bir avuç çiğdem, gece yarısına kadar bir bankta çitledik. Herkes dışardaydı. Sandelyesini masasını kapan sahile koşmuş. Balık tutan, tavla oynayan, koşan, bisiklete binen. Pazar sabah eczane bahanesi ile Bostanlıyı dolandım. Dükkanlar açılmış, beton sulanmış, havada taze bir deniz kokusu var. Kahveler kadınlı erkekli, gazeteye dalmış insan dolu. İnsanların öğlenleri 40 dereceyi bulan kavurucu sıcağa rağmen dışarıda yaşayası var. Yanlış anlaşılmasın. Ankara sevenler cemiyeti üyesiyimdir. Onbeş seneyi devirdim bu kentte. Burada öğrendim, burada çalıştım. Okul çevresi, iş çevresi, hepsi bu kentte. Ankara insanla güzeldir. İnsanı güzeldir. En çok bana benzeyen insanlarla çevrili olmayı sevdim. Beş mühendisle milyalar kazanan fabrikalar değil, beş yüz mühendisle ayakta kalmaya çalışan kurumlarda çalışmayı sevdim. Her hafta koşarak okula gitmeyi de. Bir de Kaleyi, Eymiri, Tunalıyı, Mülkiyelileri ve ODTÜ Doyurucuyu. Bizde de bu kadar var. İzmir'de kontrastı farkedince üzülüyor insan. Alışveriş merkezinde yürüyoruz, taşa bakıyoruz. Evlerde buluşup taşa bakıyoruz. İş yerinde taşa bakıyoruz. Rabişle biz en şanslı Ankaralılardanız. Balkonumuzdan ormana bakıyoruz. Ama genelde herkes gibi biz de Ankara'nın taşına bakıyoruz. Dışarıya dönük bir yaşamı özlüyoruz. Yaşamını, kahveleri, manavı, kasabı, parkları, restoranları, insanı dışarıda olan bir kent istiyoruz. Bulamadıkça da ruhumuz hep göçebe.

Cumartesi, Ağustos 04, 2012

Kuzeyin Atina'sına Selamlar

Nasıl karar verdiğimizi çok hatırlamıyorum. Biriken THY millerimizle nereye gitsek sohbeti yapıyorduk. Önce Los Angeles, sonra New York falan konuşuyorken bir farkettim ki telefonda Edinburg için rezervasyon yapıyorum. Hem şehir güzel olsun, hem de doğa sporu yapabilme şansımız olsun istiyorduk. Tatilde illa ki kasaba şehir olsun istiyoruz. İki kafede oturalım, bir kaç restoran deneyelim, geleni geçeni seyredelim, güzel oluyor. Ama madem deniz giremeyeceğiz o vakit bisiklete binelim, dağa taşa tur yapalım. Edinburgh bu isteklerimizin hepsini bir paket olarak bize sunuyordu. Puanlarımız business için de yeterli olunca biletlerimizi business aldık. Üstüne deneyim olsun, heryerde bahsi geçiyor, kalacak yerimizi airbnb.com'dan yaptık. Bunlar da geziye ayrı muhabbetler kattı. 

Cumartesi çıktık yola. Yolda bir hörmet, bir hörmet. Rabiş bu sınıfsal durumdan bir yandan şikayet edip bır yadan geleni götürdü. İner inmez airbnb'den bize odasını kiralayan ev sahibimizin önerisi ile 35 numaraya atlayıp şehre doğru yola çıktık. Ağzımız açık sağa sola baka baka Leith'e geldik. Otobüsten iner inmez dakika bir eziliyordum. Normal! Evle ve ev sahibimizle tanıştık. Akşamüstü çayı içimek için önerilerini alıp vurduk kendimizi Edinburgh'a. Şehrin ortaçağ portresi bizi tam anlamı ile büyüledi. İnanamadık gözlerimize, ilk günden itibaren eski kentin eski sokaklarında kaybettik kendimizi. Akşam üstü çayımızı Eteaket isimli bir çay evinde içtik. Bundan sonraki her gün de bir akşamüstü çayı içecek yer bulduk kendimize. Yanına da illa ki kek pasta. Favorilerimiz Eteaket ve Mimi's oldu. 
Edinburgh festivaller kenti. Asıl festival, Fringe'den bir önceki haftaya denk geldi gezimiz. Jazz festivali vardı bizim orda olduğumuz sürece. Kaçırmadık tabi. Pazar gün boyu karnavala katıldık. Bir Mardi Grass olmasa da saatlerimiz açıhavada onlarca grubu dinleyerek geçti. Kale, eski şehir, yeni şehir Pazartesi adım adım gezdik. Bardaktan boşanan yağmur gün boyu adada olduğumuzu bize hiç unutturmadı. Salı günü için Scottline Tours'dan bir Highlands turu satın aldık. Sabahın erkan saatlerinde başlayan tur bizi tüm kuzeyi dolaştırdı. Yetmişine merdiven dayamış İskoç rehberimiz 12 saat süren yolculuk boyunca dakika susmadı. O komik lehçesi yüzünden dediklerinin yarısını anlamadık. Arada beş dakka dalmışım. Rabiş hemen uyandırdı. Gezmeye para verdik, nasıl uyursun diye! Yaylalar muhteşemdi. Loch Ness'te bir baştan bir başa tekne turu aldık. İçinde canavar olan en ünlü gölü, Anadolu Lisesi günlerimizi anarak geçtik. Tanıştığımız Hollandalı çiften seneye İzlanda'ya gidin. 'Orası da muhteşem!' önerileri aldık.
Çarşama bisiklet kiraladık. Nette sürekli karşımıza çıkan, ev sahibemizin ısrarla tavsiye ettiği, eve bir adım Leith Cycle Co'dan çok memnun kaldık. Çarşamba Musslebrough'ya kadar kısa bir tur planlamama rağmen, bisikletçinin önerileri ve Rabiş'in zorlaması ile North Berwick'e kadar 45 km pedal çevirdik. Sonrasında da bisikletlerimiz ile trene atlayıp geri döndük. Akşamına Rabiş'in CIF'den arkadaşı Ruth'ların evine yemeğe gittik. Arka bahçede yapılan barbekü ve İnşaatçı kocası Niel ile yaptığımız sohbet çok keyifliydi. Kızlar düğün fotograflarına bakarkeni biz de Irlanda konusunda muhabbet ettik. Perşembe Arturs Seat'e çıktık. Şehrin ortasındaki bu inanılmaz tepe ve tepeden şehrin görüntüsü muhteşemdi. Akşamına festivalden bir konsere gittik. Büyüyünce Bjork olmaya niyetli bir Norveçli kızı dinledik Jazz festivali için kurdukları panayır alanında. Cuma Water of Leith boyunca pedal çevirmek için kiraladık bisikletlerimizi. Fakat patika boyunca süren inşaatlar keyfimizi kaçırınca vurduk kendimizi deniz kıyısına. Bu sefer de şehrin diğer tarafındaki Cramond kasabasına gittik. Hem kasaba, hem kasabanın kıyısındakı Cramond Adasının manzarası ne kadar doğru bir karar verdiğimizi gösterdi. Dönüşte yağmur yakaladı bizi. Bir güzel ıslattı. Azmimize hayran kaldık. Burnumuzdan akan damlaları üfleye üfleye Water of Leith'in başındaki Mimi'si bulduk. Az önce yağmur yemiş, az kurumuş, sıçanı andıran görüntümüzle İngiliz teyzelerinin beş çaylarına eşlik ettik.
Bisikletin peşine onbeşlerini yeni aşmış veletlerin caz standartlarını çaldıkları bir konser ekledik. Yeteneklerine haran kaldık. Cumayı Hawies'te noktaladık. Ünlü İskoç restoranında yarım saat sıra beklemeyi göze alınca, inanılmaz sıcak bir ortamda birbirinden lezzetli yemeklerinin tadına bakma şansına sahip olduk. Cumartesimizin olayı bir yandan şehrin geri kalanını turlarken, bir yandan da en sevdiğimiz İngiliz markalarına bulaşmaktı. Rabiş için Cath Kidston dükkanını, benim için de Jamies Italian'ı tavaf ettik. Kendimize en güzelinden bir çay takımı aldık. Jamie'nin İtalyan lezzetlerini mideye indirdik. Jamie at Home kitabı ve olimpiyat tişörtü beni benden aldı. Pazar gününe hoşçakal Edinburgh demek kaldı. Hava da güzeldi. Bir orda bir burda dura kalka günü bitirdik.

Pazar, Nisan 08, 2012

Sinemada Buluşma

Cuma gecesi Muhteşem Misafir ile buluşmak üzere sinemaya gittik. Niye misafirlerimizi sinemada ağırlamadığımızı bir daha ve yeniden anımsadık. Arkadaş, bu kadar mı olur? Bitmez mi o reklamlar? Kaç dakika sürer? Kaç defa aynı reklam verilir? Endüstriyel sinema salonlarını yaksak bir cezası var mıdır? Yakanın ellerinden öpsek, buna ne dersiniz? Efendim bizim zamanımızda sinemalarda gösterilen filme bir saygı vardı kısmına hiç girmeyeceğim. Arkadaşım madem iPhone'unlan oynayacaktın, burda ne işin var? Ha o merete bakmadan bir saat geçiremiyorsan, e o halde filmi de onda izle, değil mi ama? Ferzan gene döktürmüş. Film başlarken olan gerginliğim beşinci saniyede çözüldü. İtalya'nı ayrı, İtalya'yı ayrı, Ferzan'ı ayrı seviyoruz ailecek. Bu arada madem o arkadaş telefonu ile oynamakta behis görmüyor filmi seyrederken, biz de şarabımız ve peynirimizi götürseydik. Tam da öyle bir filmdi. Geçenlerde Hugo'yu seyretmiştim. Üstüne çok güzel uydu. Gitmeyen kalmasın. Herkes seyretsin, anlatsın denecek güzel bir film olmuş. Hugo'yu da atlamayın, bu arada.

Pazartesi, Şubat 20, 2012

Tanrı Kent'e yolculuk

Siz de benim gibi seyrettiğiniz filmleri unutanlardan mısınız? Geçen gece Tanrı Kent'i seyredip seyretmediğimize bir türlü karar veremeyince, ilk defa veya yeniden ne farkeder deyip seyre koyulduk. Portekizcenin kendi ritmine filmin ritmi eklenince gözlerinizi bir saniye bile ayıramayacağınız bir film ortaya çıkmış. Sınıfsal gettoda, namı diğer fakir mahallesinde geçen hikaye, Güney Amerika, silah ve uyuşturucu ile harmanlanmış hikaye, siz gerçek olamayacağını düşündüğünüz her anda, size gerçek olduğunu hatırlatmayı biliyor. Bu destansı suç hikayesinin sonunda kreditlerden hemen önce film ile gerçeğin öpüşmesi ile ayağınız yerden kesiliyor. Evet, bu arada filmi seyretmemişim. Anladım, artık IMDB'yi adam gibi kullanmaya başlamanın zamanı geldi de geçiyor.

Cumartesi, Ocak 07, 2012

Instagram-er


Son bir kaç haftadır ailecek sosyal medyayı keşfediyoruz. Şimdi yan sofadan yükselen konuşma baloncuğunda ¨Bir hafta sonunda instagram'a bu kadar zaman ayırmak yeter canım!¨ yazıyor. Önce foursquare ile başlayan ilgimiz bu hafta instagram'a yoğunlaştı. Instagram'ı hemen hemen ilk yayınlandığı haftalarda fark ettim. İlk bakışta twitter'ın resimli olanı gibiydi. Cep telefonunuzla, hatta (sadece) iPhone'unuzla anın fotograflarını çekip, üzerinde bir kaç artistik filtre ile iyileştirme yapıp, çektiğiniz yeri işaretleyip bir başlık ekleyip yayınlamaya yarayan bir uygulama olarak algılanıyordu. Ben de uzun süre bir nevi micro foto blog olarak kullanmayı sürdürdüm. Fakat fotografları beğenme ve altına yorum bırakma, fotografçıyı takip etme özellikleri zaman içinde uygulamayı mobile bir deviantart ortamı haline getirdi. En şahane fotograçı kimmiş, en çok kim takip ediliyor, en güzel yorumları kim alıyor derken iş aldı başını gitti. An itibarı ile Rabişin 20 benim ise sadece 10 takipçim olması evde de bir rekabet ortamı gelişmesine sebep olmadı değil. Bu bir yandan fotografın yayılması ve paylaşılması içim harika iken öte yandan iyi (ve taptaze) fotografa kolayca ulaşmak için yeri doldurulamaz bir durum. Fotografçılık ağır abilerin afilli ablaların ve sümüklü çocukların sanatı olmaktan çıkıp tıpkı twitter ve blogger artistleri ile yazında, youtube artistleri ile video'da olduğu gibi içinde üretme ve sunma heyecanı olana ulaşmaya başlıyor. Ha diyeceksiniz ki o iPhone denen aracın kaça olduğunu atlamıyor musun? Evet onun da farkındayım ama bu umutlanmam için engel mi?  
P.S. Takip etmek isteyenler için instagram kullanıcı adım udurak

Salı, Ocak 03, 2012

Hatay'da yılbaşı

Eylül veya Ekim ayındaydı. Tam da hatırlamıyorum. Bir Pazar günü çalışma odasında internet karşısında çalışıyor gibi yaptığımız anlardan birinde yılbaşına nerede girsek sohbeti başladı. Hemen Anadolujet, Pegasus ve THY siteleri açıldı. Bir o tarafa, bir bu tarafa derken Hatay'a gitmeye karar verdik. Biletlerimizi aldık. Otellere birer birer telefon edip fiyatlarını aldık. 120-230 arasındaki fiyatlardan 150 liralık olan Antik Beyazıt Otelinde yerimizi ayırttık. 170 olan Liwan ve 230 olan Savon otellerinin adlarını aklımızın bir köşesine yazıp yılbaşının gelmesini bekledik.
Sayılı gün çabuk geçti. Günler günleri kovaladı, hanım beyi gagaladı, derken geçen Cuma kendimizi havaalanına doğru araba ile giderken bulduk. Arabamızı yeni açılan Park and Fly garajına bıraktık. Taze Elite Card sahibi olarak kendimizi CIP'ye attık. CIP'nin Anadolujet için paralı olduğunu öğrenince ilk gereksiz 50 liramızı THY'de ezerek tatil psikolojisine hemen adapte olduk. Geceyarısını geçe otelimize ulaştık. Pek tarihi taşra butiği otelimizi beğendik. Ah bizde olsa bu malzeme hayalleri ile uykuya daldık. Sabahın enejisine Hatay kahvaltısının kalorilerini ekleyip düştük yollara. Hatay Valiliği ile büyülenip, Protestastan Klisesi etravında aval aval gezdikten sonra şehre yavaştan ısınmaya başladık. Eski Hatay'ın, en çok da Kurtuluş Caddesinin hastası olduk. Şehri ve kendine ait olan çok özel ruhunu hissetmeye, farketmeye çalıştık. Dar sokaklarında kaybolup, kliselerinde, camilerinde, çarşılarında, pazarlarında vakit geçirdik. Camilerin minarelerine, kiliselerin bahçelerine, insanların sıcaklığına vurulduk. İlk defa ikimiz birlikte birgün Ankara dışında yaşamak istersek bu kent güzel bir seçenek olabilir dedik. Benim gidenin görmeden dönemesi gerekenler listem Hüküment Konağı, Katalik Kilisesi (küçük kapısına aldanmayın, içine girin ve dönüp arkanızı Sarımiye Camii minaresine bakın), Habib-i Neccar Camii (mutlaka bahçesindeki çocuklardan Habib-i Neccar'ın hikayesini dinleyin) ve Kurtuluş Ceddesi (her adımda durup etrafınıza bakın, her adımınızda Antakya'yı biraz daha anlayacaksınız). Samandağı, Vakıflı ve Musa Dağını da dolandık, Harbiyeyi de gördük ama benim tercihim hep şehre dönmek oldu. Liwan'da çay içmek, Savon'da kahve içmek çok keyifliydi. Daha çok kazanmalı, gezilerde daha güzel otellerde kalınmalı dedik bol bol. Savon'u özellikle çok beğendik. Orta avlusu ile iç mekanındaki vakit geçirelebilcek ferah lobisi ile çok hoşumuza gitti.
Yemeğe gelince, arkadaş yok böyle birşey. Antakya yemek için yaşıyor dersek yanlış bir tespit olmaz. Kuzum her kasabında tepsi kebabı, her köşe başında künefeci, üç sokakta bir şahane restoran. Bunlar her Anadolu kentine nasip olmaz. Kahvaltı sonrasındaki ilk eylemimizi uzun çarşıda bir kasapta yaptık. Ellerimizle daldığımız tepsi kebabı bizi bizden aldı. Akşamına Leban Restoranda yılbaşı kutlamasındaydık. Yılbaşı kutlaması dahi olsa onca insana Vedat hocamın taktir ettiği tad ve kalitede mezeler ve ana yemek sunabildiler. Ferfeneyi bir kenara bırakırsak (gece boyu fasıl için çok mu yaşlanmışız ne?), çok keyifli bir gece geçirdik. Pazar günü kahvaltı sonrasında tatlıyı fazla kaçırdık. Önce Kral kapalı zannedip Ferah'da ilk künefeyi boğduk. Sonrasında Kralın açık olduğunu farkedince bir de orda yedik ki bu sonumuz oldu. Sonrası akşam yemeğinde Sveyka'ya nasiboldu.  Ankara'da eşi benzeri yok desem bilmem inanır mısınız. Tereyağlı humus, zeytin salatası, saç oruğu, maklube, kiraz kebabı derken kendimizden geçtik. Bence olmazsa olmaz ise zeytin salatası. Çekirdeksiz kırık zeytin, daha ne diyeyim.
Velhasılı Antakya anlatmakla bitecek gibi değil. Gezmeyi seven durmasın, hemen bir gezi ayarlasın. Pişman olmayacaktır....