Pazartesi, Aralık 31, 2007

İstanbul Panorama

Türk fotografının en sevdiğim adamlarından biri olan Arif Aşçı'nın son çalışması İstanbul Panorama Eczacıbaşı Sanal Müzesinde fotograf sevenlere sunulmakta. Fotograflar çok güzel. Fotografçının sevdiğim yanı olan bir karede birden fazla hikaye yönelimi, panoramik fotografta daha belirgin bir olgu haline gelmiş. Panoramiğin genişliği hikayeleri belirginleştirmiş, olay derinliğini kuvvetlendirmiş. İlgilenenlere kuvvetle tavsiye edilir.

Pazar, Aralık 30, 2007

Kaldığım yerden devam

Duyduk duymadık demeyin. Meslek kurası olarak Küçükyalı'ya yollandığımı internetten öğrenmem ile başlayan askerlik macerasının ilk etabı kazasız belasız bitti. Acele ile Tandoğan alt çarşısından bir sürü malzeme aldık. Neler, neler? Postal kilidinden, CasiQ marka saate kadar, yeşil don, faniladan, eldivene, kirli-temiz çamaşır torbasına kadar. Satın aldığım bir sürü şeyin bir kopyasını da orada sattılar. Derken elimde bir sürü gereksiz malzeme ile başladı askerlik. Uygun adım marş. Yürüdük, süründük, tüfek attık, ders çalıştık, sınav olduk, kurra çektik derken 12'sinde öğleden sonra başlayan acemilik, dün, 29'u sabahı bitti. Bundan sonra Ankara'dayım. Herşey kaldığı yerden devam.

Pazar, Kasım 25, 2007

Siyasal bir simge olarak şapka

Şapka devriminin 82. yıldönümünde, siyasal bir simge olarak şapkanın Türkiye'nin modernleşmesindeki yerini M. Kemal'in sözleri ile anımsayalım.
Efendiler, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, gerçekte medenidir. Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi size diyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat etmek ve göstermek zorundadır; medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla, medeni olduğunu göstermek zorundadır. Kısacası medeniyim diyen Türkiye’nin gerçekten medeni olan halkı baştan aşağı dış vaziyetiyle de medeni ve olgun insanlar olduklarını fiilen göstermek zorundadırlar.
...
Medeni milletlerarası kıyafet, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta “siperi şemsli serpuş”, bunu açık söylemek isterim, bu başlığın ismine “şapka” denir.

Los Angeles'da

Neyse efendim, nerede kalmıştık? Sabah erkenden uyandım. "Şahane" bir Days Inn kahvaltısından sonra koyuldum yollara. Ver elini Hollywood. Sabah erken. Saat 11'de MOCA (Museum of Contemprary Arts) açılmadan gezinin bu ayağını tamamlamak niyetindeyim. Arabayı parketme işini çok kolay hallediyorum. Hollywood-Highland alışveriş merkezinin parkyeri, alışveriş merkezindeki bir mağazadan (örneğin Starbucks) alış veriş yapmak kaydı ile 2.5 USD. Hollywood çok uzun bir parkur değilmiş. Etrafa bakınarak, yerdeki yıldızlar sayarak, ufak tefek alışveriş yaparak bir saat kadar vakit geçirdim. Sırada MOCA ve Walt Disney Konser Salonu vardı. İkisi de çok keyifli idi. Önce MOCA'yı gezdim. Gordon Matta Clark isimli bir sanatçının (mimarın) bina algısı üzerine bir sergisi vardı ki içindeki her bir işe ayrı ayrı hayran kaldım. Müzeden çıkıp Walt Disney Konser Salonunu turladım. Bu garip binanın etrafında döndükçe bu sefer benim bina algımın biraz şakülü kaydı.
Gezinirken öğleyi ettim. Öğleden sonra Fatih'i hava alanından alıp, önce Santa Monica Pier'e gidip ayaklarımızı okyanusa soktuk. Daha sonra da Hollywood'a dönüp, her web sitesinde tavsiye edilen Mel's Drive In'de akşam yemeği yedik.Fotograftan hemen farketmişsinizdir. Fatih kazasız belasız :) Los Angeles'a ulaşmış olmaktan çok mutlu idi. Ne yalan söyleyeyim, ben de en az Fatih kadar mutlu idim. Ertesi günden itibaren çalışmaya başladık. Hal böyle olunda planlar akşama kaldı. Bir akşam Universal Film Stüdyosu, bir akşam alışveriş, bir akşam da çalıştığımız yerde, Whittier'da takıldık. En çok Whittier'ı sevdik. Bahçesinde masalı sandelyeli kafeleri, içerisinde sigara içilen Havana barı, sahafı, bisikletçisi ve sakinliği ile gönlümüze taht kurdu.
İşlerimizi toparladığımız, son geceye gelince :) Koşaraktan NBA maçına gittik. Clippers, Denver'a karşı. Maçı Clippers aldı. Biz mi? Keyifli bir maç seyrettik, bir sürü fotograf çektik, uzak doğulusu, latini, zencisi bir sürü insana bakıp bakıp, Allah Allah, şu insanoğlunun kaç çeşidi var dedik, güldük, eğlendik. Türkiye'ye dönüşümüz muhteşemdi. Perşembe öğleye doğru düştük yollara. Ankara'da evime geldiğimde ise Cuma gece yarısı olmuştu. Uzun bir yol vesselam.

Cumartesi, Kasım 17, 2007

Masal

Bahse konu masaldaki esas oğlan benim.

Los Angeles'e giderken

Şahane bir heyecanla yola çıkmıştım zaten (Yakında). Havaalanına varınca, check in deskine yaklaştık Fatih ile. Bir yandan da planları gözden geçiriyoruz. Kaçta nerde olacağız felan derken sıra bize geldi. Deskteki görevli bana bakarak buyurun beyfendi biletiniz dedikten sonra Fatih'e "Kusura bakmayın sizi gönderemiyorum, pasaportunuzun süresi bitmiş" dedi. Saat sabahın 4ü. Fatih ile birbirimize bakakaldık. Derken ayrıldık, ben uçağa giderken, Fatih müşteri hizmetlerine doğru ilerleyip, biletini ertesi güne aktarmaya koyuldu. Münih'e kadar kafam bir milyon oldu. Neyi nasıl yapsam, otel, araba, eğitim, harcirah, adresler, of ki ne of, her şey darma dağın oldu. İndim, hemen wireless'ın saatin 8 Avra verdim, başka yakın bir otelde rezervasyon yapsam, arabayı iptal etsem gibi planlar uygulanabilir mi derken, Fatih bana ulaştı ve biletini Cumartesi'ye aldığını, pasaportta da çok bir sıkıntı olmayacağının ortaya çıktığını ve çok büyük bir ihtimalle bir gün gecikme ile Los Angeles'e ulaşacağını bildirdi. Bu rahatlıkla, LA uçağında 9 saat uyudum. Toplam 12 saat olan yolculuğun geri kalanı da ya yemek yiyerek yada yanımdaki Hintli amca ile sohbet ederek geçti. LAX'a ulaştığımda artık Fatih'in kesin geldiğini, oteli arayıp rezervasyon problemlerini hallettiğini öğrendim. Ver elini Alamo Rent a Car. Mid Size olarak 380 USD kiraladığımız araç yok vergi yok benzin derken gene 480'i buldu. Gıkım çıkmadı. Bir sürü Mid Size arasında, herşeyin yoluna girmesi şerefine, en janjanlısı, zenci işi, HHR'ı seçtim. Aldım arabayı çıktım yola daha 10 dakka geçmemişti LA trafiği nedir farkettim. Direk trafiğe saplanmıştım ki süpriz. Araba NO FUEL diye bağırmaya başladı. Ama, ama tam 50 USD aldılar bunlar benden benzin için noluyor be diyip, ilk çıkıştan çıktım. GPS'e eve dön dedim. Fakat trafik bir yandan, yanan benzin lambası öbür taraftan, Alamodaki adamların biz size bunu dolu depo verdik deme ihtimalleri derken gene sinirler biraz gerildi. Tek başına zor bu işler. Tam bir saat sonra Alamo'da derdimi anlatıp, depoyu fulletip yeniden yola çıktım fakat bu sefer artık yorgunluktan ölüyordum. Command Rejection (Komuta itaatsizik). Tam olan bu. GPS Turn left and keep left (Sola dön solda kal) diyor, ben sola dönü anlayıp, gerçekleştirebilsem bile nerde kalmam gerektiğini kesin unutuyordum. Çok zor oldu otele gelmek. Üç dört çıkış kaçırdım. Allahtan GPS yeniden hesaplama yapıp ısrarla sizi istediğiniz yere götürüyor. Otele yerleştim. Gene en şahanesinden, bir yandan acaba güvenli bir yer mi ki burası? derdirtirken, bir yandan da Allah devlet kurumu kadar daş düşürsün başınıza, gene bizi 3. sınıf otellere mahkum ettiniz ülen, diye küfrettiren bir mekan. Açtım. Yakında hangi restoranı önersiniz diye sorunca desk'e, kesin 18'in küçük melez ergenimiz, bir yandan aynada saçlarını düzeltirken, Tai var İtalyan var Meksika var. İtalyanı boşver, ben Tai sevmem, orayı bilmiyorum, sen en iyisi git Meksika ye buyurdu. Taşımıcam ülen bu laptop ile kamerayı diyip, ne olursa olsun diyip, odaya eşyaları attıktan sonra, komuta itaat edip, yürüyerek 50m aşağıdaki Meksika restoranına gittim. Molcasalsa. Bizim mahelle pidecilerinden az hallice. Two Beef Burritos ( İki tane etli lavaş) ve çilek suyu siparişimi alıp odama döndüm. Az önce lavaşlaran biri ile çilek suyumu götürdüm. İkinci lavaşı yersem, midemi elime alabilirim. İhtiyatlı davranmak lazım. Malum daha ilk gün. Şu dakikada yola çıkmak için uyanalı 27 saat 40 dakika oldu. Saat burda 8:40 PM. Az daha uyumamam lazım. Bloga yazacak başka birşey kalmadı. Biraz da televizyon seyredip, sonra uyuyayım. Umarım sabah tertemiz kalkarım.
Devamı gelecek...

Pazartesi, Kasım 12, 2007

Hani kurşun sıksan geçmez geceden

genciz, namlu gibi,
e çatal yürek,
barışa, bayrama hasret
uykulara, derin, kaygısız, rahat,
otuziki dişimizle gülmeğe,
doyasıya sevişmeğe,yemeğe...
kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
ve asıl biz biliriz kederi.
A.Arif

Pazar, Kasım 04, 2007

Taşlar yerinde ağır...

Dün Fatih Akın'ın son filmi Yaşamın Kıyısında'yı, bugün de Tony Gatlif'in Gadjo Dilo'sunu seyrettim. Fatih Akın Almanya'da yaşan Türk kökenli bir yönetmen, Tony Gatlif de Fransa'da yaşayan Cezayir kökenli bir yönetmen. İki film de "öteki"yi anlatıyor. Zannımca iki yönetmen de öteki olmayı iyi biliyorlar. Yaşadığımız günlerde bizim dışımızdaki herkes öteki. Kimlik politikaları tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Etnik kimlikler, dini kimlikler, politik kimlikler. Bizim dışımızdaki herşey ya kötü ve düşman; savaşılması, yok edilmesi, yola getirilmesi gerekiyor ya da ilginç; incelenmesi, pohpohlanması, acınması, "ortaya çıkarılması", hatta pazarlanması gerekiyor. İkinci düşünce de en az birinci kadar tehlikeli, değil mi?

Sözlükte Tony Gatlif ile ilgili "Emir Kusturica için 'aman ne de güzel anlatmış çingeneleri' diyenlere verilebilecek en iyi cevap Tony Gatlif filmleridir. Tony Romanlar ile film çekmeye gittiğinde 'aha film yönetmeni' geldi demez Romanlar, 'aha bizim Tony gelmiş' derler." diye bir yazı var. Almanya'daki Türkleri anlatırken Fatih Akın ne kadar rahat. İki yönetmen de filmlerinde kendi kimliklerinin ne kötü, ne de ilginç olduğunu, insana dair olduğunu anlatıyorlar. Acıyı, sevgiyi, coşkuyu, nefreti, inadı, kendi dilince, kendi halince, kendi coğrafyanda ve öznel şartlarında geliştirdiğin şekilde yaşamanın ne düşmanlığı ne de ilginçliği hak ettiğini anlatıyorlar.

Perşembe, Kasım 01, 2007

Ticarethane değil, üniversite!

Nasıl anlatacağız bunun anlamını. Bugün yeni yapılan baraka spor salonunda görevli kız bas bas bağırıp sağa sola emirler yağdırıyordu. Havlusuz giremezsin, kimliğin nerede, alın bu çantaları buradan! Zaten tüm salon da uyarı yazıları ile dolu. Ne zamandır canıma tak etmişti. Spor yapandan para almak da nereden çıktı, spor salonlarına koruma memurları koymak bunlar akıl karı değil. Büyüklerimiz herşey gibi spor yapma eyleminin de alınır ve satılır bir meta olmasını buyurmuşlar. Hal böyle olunca da bir ürün (sınırlarını ve şeklini satanın belirlediği - havlu ile gelinecek, çantalar dışarıda bırakılacak, mazallah kolsuz atlet giyilmeyecek) , bir tezgahtar (o da bas bas bağıran kızcağız) ve bir de müşteri (parasını verince gönlü rahatlayan, spor yaptım artık her bi kasım acayip seksi olacak, ben de kendimi şahane satacağım diyen öğrenci) . Gidip konuşayım da anlatayım istedim. Ben de eskidim ya artık okulda, biz eskiden büyük spor salonunda, ne karışan vardı, ne görüşen, ne para soran, ne kimlik gül gibi sporumuzu yapardık. Spor yapılan alanı paylaşmayı, birlikte spor yapmayı öğrenirdik. Bunun mutluluğunu taşırdık. Orda spor yapanlarda "birlikte bir iş yapma" eyleminden dolayı birbirlerini tanırlar, severler ve sayarlardı. Spor alınan ve satılan bir meta değildi. Üniversite sadece dersliklerinde değil barındırdığı diğer olanaklarla da bir eğitim eylemi içinde olmalı. Satın almayı değil sahip olmayı ve paylaşmayı, toplumsal dayanışmayı da öğretmeli diye anlatayım istedim bas bas bağıran kızımıza. Madem kendiler bir üniversite çalışanı, bir mesleki duruşu olmalı, değil mi ama. Hemen ağzımın payını aldım. Ben onları bilmem, bu konuları düşünüp tartışamam diye buyurdu. Tabi ya yeni nesilin tüm politik duruşu Facebook'da profil resimlerine Türk bayrağı koyup, durumlarını da "Dilşah is askere gitmek istiyooooooooooooooo" yapmak. Sonra kendimi yaşlı hissettim. Gençlere hassasiyetleri olmadıkları için çıkışan orta yaşlı insan. Ben miyim o? Yok canım, o kadar da değil.

Çarşamba, Ekim 31, 2007

Erdal İnönü'yü kaybettik....

Bugün, hepimizin uzunca bir süredir içselleştirdiği politikacı portresinden çok ama çok uzak bir politikacı, bilim insanı Prof.Dr. Erdal İnönü'yü kaybettik. Toprağı bol olsun.

Salı, Ekim 30, 2007

İstanbul, bienal, bebekler...

Çok eğlendik, orası kesin. Erkin olunca işin içinde, bol bol gülündü. Asmalımescit'te biralar içildi, Ortaköy'de kumpirler yendi, Yeniköy'de kahvaltı, Pano'da şarap, Katrancı, Aslı, Arzu, Tevhide nerdesiniz derken üç gün göz açıp kapayana kadar geçti. Asıl gayemiz Oylum'u görmek ve bienal gezmekti ya, her seferinde oturduğumuz yerden bir türlü kalkamadık. Biraz daha saykallansak ikisini de yapamayacaktık ama Allahtan arada bir silkinip kendimize geldik de hem Oylum'u ve Ece sultanı (bebeğimiz) gördük hem de bienal gezdik.Çok garip bir duygu, bir hafta içinde Oylum anne oldu, Melih de baba. Yahu 14-15 yaşında lisedeki hallerimiz daha dün gibi. Sade ben değil ha, yanlış anlaşılmasın, herkes şokta. Melih'in kızı doğduğunda Emrah ağlamaya başladı. Ben ne yapacağımı şaşırıp annemi aradım. Bilge Hollanda'da dokuz doğurdu. Sıra Mehmetimde. O da baba oluyor. Nasıl olacak bu işler? Nasıl? Günler olsa iyi, yıllar tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali dostlar...

Cumartesi, Ekim 20, 2007

Işık Dağı eteklerinde

Cuma öğleden sonra bir çabuk organize olduk, bu sabah da saat 10'da düştük yollara Kızılcahamam'a doğru. Kadromuz gayet sağlamdı. Umut, Rabia, Fatih, Serap, Şamil, Ümit, Ezgi ve İbrahim ve 3 tane de GPS. Vara vara vardık Kızılcahamam'ın Karagöl mevkiine. Hangi yoldan, ne kadar zamanda gittik, hangi köylerden geçtik gibi bilgileri takımımızın tecrübeli blogger'ı Şamil'e bırakıp, ben olayın magazin kısımlarını anlatmaya devam edeyim. Önce yanlışlıkla Karagöl etrafında bir tur attık, sonra böyle olmayacak deyip elimizdeki GPS izini takip etmeye karar verdik. Kılavuzumuz da Ümit.
Ezgi ile İbrahim'e zaten bir önceki gece google earth'den rotayı gösterip, yaylaya kadar yürür döneriz diye kandırmıştım ya, 1 saat sonra yaylaya vardığımızda kimse daha dönme niyetinde değildi tabii. Ondan bir 45 dakika sonra yemek için mola verdik. Şahane tıkındık. Sandviçler, çay, kahve, bisküvi, meyve. Gücü topladık. Dönüşte biz Ümit'le, geldiğimiz yoldan dönmek yerine, bir katakulli ile herkesi uzun yola sokmayı başardık. Ve tam bir turu tamamladık.
Toplam 14 km., 4 saate yakın bir yürüyüş. Çok keyifli idi. Hakikaten yorulduk. Hiç geri dönemeyeceğimizi düşünenler oldu. Ama başardık. :) Gene yapalım. Hep yapalım. Açık hava, geniş alan iyi geliyor insana. Tüm katılımcılara canı gönülden teşekkürler.

Kuğu Gölü Balesi

Geçenlerde gitmiştik Opera binasına bir Fado konseri için. Çok hoşuma gitmişti. Erken Cumhuriyet döneminden kalma bina buram buram cumhuriyet Ankarası kokuyordu. Az bulunur bir kokudur ya meraklısı bilir. O zaman dedim kendi kendime. Eh oğlum Umut, madem sevdin bu binaya gelmeyi, e yaşın da artık kemale erdi. Şu bale ne imiş, opera ne imiş öğrenmenin zamanıdır. Hemen bir bilet aldım. Biliyorum önceden de denemiştim, opera olsun, bale olsun, gösterilerin biletleri bir hafta önceden bitiyor. Öyle bugün karar verdim, yarın seyredeyim bir tane yok. Neyse geçen hafta Çarşamba, hayatımda ilk defa bir baleye, Kuğu Gölü Balesi'ne gittim. 3 perde idi. 3. perdede salon görünür bir şekilde boşaldı. Kesinlikle çok mutlu olduk. Masalsı bir dünya yaratılmış. Ufaktan rahatsız eden bir asenkron durumlar vardı. Ben bale bilmem, belki olağanı budur dedim, eve geldim okudum. Bu işin makbulu senkron haraketlerin uyumu imiş. Zannedersem çok süper bir performans değildi seyrettiğimiz, sıralarda kaymalar, ellerde, kollarda uyumsuzluklar vardı ama olsun. Başka bir keyifti. Datmış olduk. Hayatta her bir keyiften bir nebze felsefemiz ile bundan sonraki amacımız bir opera gösterisine gitmek. Sonra da bu gitmeleri bir alışkanlık haline getirip ayda, iki ayda bir bir gösteri izlemek. Becerebilirsek.

Pazartesi, Ekim 15, 2007

Bayramdan kesitler

Gene Akçay gitme planları suya düştü. Çümbür cemaat Sındırgı'daydık. Ha şikayetçi değilim. Kesinlikle. Özleşmişiz. Uzun uzun muhabbetler edildi. Masalar kuruldu, yenildi, içildi. Gülündü eğlenildi. Büyükler ziyaret edildi. Eller öpüldü, hal hatır soruldu. Herkesin keyfi her zamankinden iyi miydi, yoksa, benim aklımda hiç dert tasa kalmamış olmasından bana mı öyle gözüktüler bilemiyorum ama her görüştüğüm yakınımda bir iyi hal, mutluluk gözlemledim.
Sadece büyükler ile de yetinmedim bu sefer, Tunay'lar ve Gökay'lar ile pazar akşam üstü keyfi yaptık. Çok keyifliydi. Kısacık zamana dostlar, akrabalar. Evet, evet bayramları seviyorum ben.

Perşembe, Ekim 11, 2007

Bisikletten nerede düştüm?

GPS ne işe mi yarar? Ha bu işe yarar. Düştüğüm gün, patikaları işaretlemek için GPS'i çalıştırıp çantama atmıştım . Ne zamandır bakacağım da elim ermemişti, doğrusu canım da istememişti. Biraz önce aldım GPS'den düştüğüm günün verisini. 23 Eylül 2007, sabah 8:38 civarında 20km/saat hızla giderken, yukarıdaki haritada işaretlediğim yerde düşmüşüm. Tarihin sayfasına kaydola.

Cumartesi, Ekim 06, 2007

Bir muharebede "galip", "mağlup" yoktur

Bir muharebede "galip", "mağlup" yoktur. Kim daha geç kaçarsa ona "galip" denir...
İsmet Paşa
Daha önce de dönem dizileri ve Hatırla Sevgili'yi niye sevdiğime değinmiştim ya dün gece gene tarihte hiç bilmediğim bir olayı, kişiyi tanıdım dizi sayesinde. İmran ÖKTEM. 66-69 yargıtay başkanı, adli yıl açılışlarında yaptığı aydınlanmacı konuşmalar ile tüm dikkateleri üstüne çekmiş ve diziden izlediğimiz, sonra da okuduğum kadarı ile cenazesini sofular basmış. Cenaze namazını kıldırmamaya, tabutunu devirmeye kalkışmışlar. Çıkan arbedede, namazın kılınması ve cenaze töreninin tamamlanmasında ısrarcı olan, sofuların gövede gösterine pabuç bırakmayan İsmet Paşayı bir tuğgeneral tabancasını çekerek korumak durumunda kalmış.
Konu hakkında nette gezinirken, Çetin Altan'ın bir konu ile ilgili bir yazısında İsmet paşanın yukarıdaki sözünü bulfum, çok hoşuma gitti, paylaşmak istedim. Savaşan bir insanın galibiyet tanımı. Çok güzel. Sonrada İmran Öktem'in Adli Yıl açılış konuşmasını buldum. 40 yıldır aydınlanma mücadelesinde bir adım ilerledik mi? sorusunu sorarken kendime İsmet Paşanın sözü daha bir anlam kazandı. Şeh Bedrettinlerden, Pir Sultanlarda, 31 Martlardan bu yana Anadoluda süren bu savaşın bir galibi olacak mı?

Çarşamba, Eylül 26, 2007

Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita

İnsanlar yeterince haksızlığa uğradığında yeterince dövüldüğünde çocuklar, insanlığa saldırırlar. Acı, adaletsizlik ve vicdansızlıkla yeterince hırpalandığında kendi kendini imha eden bir organizmadır insanlık.
Zorunlu ev istirahatı sürecinde, bir yandan uzaktan iş yerine destek, bir yandan akademik "back log"umu temizlerken, bir yandan da bol bol okuyorum. Ece Temelkuran'ın Venezuella'da gördükleri, yaşadıkları, tanık oldukarını anlattığı kitabı "Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita"yı dün aldım. Ne zamandır okuma niyetim vardı, fırsat bu fırsat dedim. Okunası bir kitap. Olur mu canım, hangi çağdayız, sistemin, global neo-libaralizmin bileği bükülürmüymüş dediğimiz zamana dair uzak ülkelerin insanlarının deneyimlerinin bir harmanı. Başka bir dünya yaratma uğraşısınına dair gözlemler...

Salı, Eylül 25, 2007

Bisiklete bu sezonluk veda...

Pazar gün Yalıncak'ta bisikletten düştüm. Önce yok birşey, bir kaç güne geçer falan derken garson faturayı getirdi. Sol bilekte ufak bir çatlak (2 hafta atelde sarılı kalacak), sağ omuzda, bisepste zorlama (2 haftaya birşeyi kalmaz), bir hafta istirahat. Bu demek oluyor ki bu sezon bisiklet olayımız bitti. Herkes benden bu performansı bekliyormuş fakat inanmazsınız ilk defa vucudumun biryeri alçıya alınıyor. Neyse bekliyoruz geçsin. Spor yapılacak ise, sakatlanma riski göz alınacak. Ama alınabilecek tüm tedbirler alınarak. Kaskım kafamdaydı. Uzunca kalın bir pantolon giyiyordum ama kendime kızdığım bir şey var, dirseklik takmaya üşendim. Ne mi oldu, kolumda gereksiz sıyrıklar. Bunlar önlenebilecek olanlardı. Umarım 2 hafta sonra düz koşular ile yeşil sahalara dönerim...

Cuma, Eylül 21, 2007

Dokunmak

"Aynılaşmak", evet... Kitlesel olan herşey aynılaşmaya başlar.
Bu aynılaşma içinde çok küçük şeyler aynılığı kırar.
"Sessiz Mırıltılar"
Küçük şeyler "sessiz mırıltılar" olarak, köşe başında, bir duvar dibinde, yol üstünde, bazan bir kumsalda, bazen bir merdiven üstünde, çölün boşluğunda, dağların üstünde, kendini hissettirir. Hissedilen, görme değil dokunma isteğidir çıkanların karşısında. Belki de en insani duygu "dokunmak".
Dokunmak... Mesafesiz bir dünya, belki de "ütopya"!
Altmışlı yılların gençliği bu "ütopya"yı inşa etmenin hayalini kurdu. Hayatın her alanında. Belki de büyük hayellerin altında örtük yatan tek birşey vardı, "dokunmak"
Edward RUCH, İz, No:11

Dennis Stock'un fotografları var İz dergisinin bu sayısında (No:11 2007/5). Dokunmak başlığı altında bir yazı ile sanattıçının 60lar ve 70ler Amerikasından seçme fotografları sunulmuş. Yazıda, fotografların, ve aslında fotografta sunulanın, yani 68 gençliğinin ütoyayı inşa etme inancı ile yaşama dokundukları anlatılıyor. Fotograflar, dokunana dokumamızı sağlıyor.

Pazartesi, Eylül 17, 2007

Yaşamdan kesitler

Jim Jarmush'u seviyoruz. Dün gece Night on Earth filmini izledim. Çok güzel, çok naif bir filmdi. Aynı anda dünyadaki 5 ayrı şehirden taksi hikayeleri. Los Angeles, New York, Paris, Roma ve Helsinki. Ben en çok New York hikayesini beğendim. Taksi şöförümüz Winona Ryder L.A. hava alanından casting işi yapan afilli bir ablamızı (teyze desek daha doğru) alır arabasına. Ryder aslında tamirci olmak isteyen ama malum, hatun olmasından dolayı tamirci olamamış, sürekli sigara içen, ağız dolusu küfreden bir taksi şöförü iken, teyze, tayyörünün içinde, sürekli cep telefonu ile konuşan, ful makyaj bir Holywood karakteridir. Aralarında evlenme, sigara gibi konular birçok muhabbet geçer yolda. İnince teyze Ryder'a oyunculuk teklifinde bulunur, Ryder da yok ben almıyayım der naif bir biçimde, hayatım gayet yolunda gidiyor, bir derdim yok diye de ekler. Tüm herkesin Holywood!da oyuncu olmak isteyeceğini zanneden teyze için şaşkınlık içinde kala kalır. Filmin müzikleri Tom Waits'den ve hakkaten şahaneler. Ben çok beğendim. İzlemeyenlere tavsiye ederim.

Pazar, Eylül 16, 2007

Meydan Savaşı

Cumartesi dizüstüne yeni sistem kurayım. Ne zamandır da (3 yıl oldu zannedersem) aynı sistemi kullanıyorum diye başladım çalışmaya. Sıra virüs yazılımına gelince bir farkettim, benim masa üstünün virüs programı, avast , çalışmıyor. Çalıştırdım yeniden. A a, hata verip kapandı. E uninstall da olmuyor. Çok güzel. Avast'ın sitesinden, avast kaldıran programcığı indiripm, temiz bir kaldırma işlemi gerçekleştirdim fakat bir daha kurmak mümkün değil. Ben gene anlamım durumu, Anti-Vir indirdim onu da kurmadı, AVG indirdim onu da kurmadı. Ve bir farkettim ki bilgisayarım anti virüs programlarının çalıştırılabilir dosyalarını kopyalamaya izin vermiyor. Ne mi oldu, nette içime sinen bir çözüm bulamayınca vurdum gözüne formatın. Tertemiz sistem kurdum. Üstüne Avira Anti-Vir virüs programı, Comodo Firewall ve Microsoft Windows Defender anti-spyware kurdum. Yok öyle pek adetim değildi, anti-spyware ve harici firewall kullanmak ama nasihat, musibet çarkı işledi. Bakalım el mi yaman, bey mi? Daha bir ay omamıştı üstündeki sistemi kuralı. Yazık değil mi zamanımıza canım? Daha dikkatli olmak lazımmış. Anladım.

Salı, Eylül 11, 2007

Edith Piaf

Küçücük esmer bir kadın
Kadife sesiyle
Acıları çiçeğe dönüştürürdü
-Ne çok hüzün bıraktı geriye
Kan ve terle ödenen bir masal
Şarkı söylemedi ki hiç
Sıcak nehirleri döktü üzerimize
-Hediye dağıtır gibi hüzün dağıttı Dünyaya!

Allah ve Tango, Özkan MERT

Cumartesi gecesi Edith Piaf'ın yaşam öyküsünü anlatan Kaldırım Serçesi (La Vie En Rose) filmine gittik. Uçlarda yaşanan hayatı, sıradışılığı, yeteneği hatta inanılmaz olmayı, yaşamayı, parçalanmayı sunmuş film, otuza yakın da şarkı eşliğinde. Karışık bir kugusu olduğu için izleyiciyi sıkmıyor. Kurgu bir yandan sizin Piaf ile özdeşleşmenizi, onu sevmenizi, acımanızı, hayran olmanızı engellerken, bir yandan da merak uyandırmayı ve sürükleyici olmayı başarıyor. Filmi izlerken Özkan MERT'in yukarıdaki Edith Piaf için yazdığı şiiri geldi aklıma. Buyrun.

Pazar, Ağustos 26, 2007

İmroz'dan Asos'a

Tatilin ikinci haftasında İmroz (Gökçeada) ve Asos ve çevresinde gezindik. Gökçeada'ya Barba Yorgo'nun web sitesindeki etkinlik sayfasını okuduktan sonra karar verdik. Bizim orada olcağımı tarih olan 15 Ağustosta dünyanın çeşitli yerlerindeki bir çok Tepeköy'lü Rum Meryem Ana bayramı için köylerine geliyorlardı. Adaklar kesiliyor, yemekler yapılıyor, mezarlar ziyaret ediliyor, akşam köy meydanında yemekler yeniyor içkiler içiliyor, oyunlar oynanıyordu. Gittik ordaydık hepsi oldu. Sadece Tepeköyü değil Zeytinli ve Dereköy'ü de gezdik. Mübadelenin dışında kalan Gökçeadanın yıllar içinde nasıl terk edildiğini, terk ettirildiğini gördük. 2000 haneli köylerde şimdi sadece 50 hane yaşıyor. Kalan Rumların sadece yaşlıları. Bir çoğunun hikayesini orada edindiğimiz, adada yüzyılın başından 70'lere kadar süren Rum kültürünü, yaşayış tarzını derlemiş olan çok değerli bir sözlü tarih çalışması ürünü olan Gökçeada: Sıradan İnsanların Öyküleri kitabından okuduk. Kahvelerini içtik. Tatlılarını yedik. Bazıları ile selamlaşıp hoş beş ettik, bazılarının terslenmelerini sineye çektik. Şaraplarını içtik, etlerini yedik, oyunlarını seyrettik. Kulağımıza çalışnan her Rumca kelime ile, her köşenin arkasındaki estetiği ve özeni ile sizi büyüleyen Rum evleri ile, başka bir yerde olduğumuzu iliklerimize kadar hissettik. İnsanoğlunun birlikte yaşayamama inadına her nefes alışımızda küfrettik.
90'ların başında adaya yerleştirilen Bulgar göçmenler bir sörf okulu açmışlar. Rumlar ile yaşadığım kültür şokunu üstümden atamadan, Sörf plajından Bulgar hocadan İngilizce sörf kiraladım. İlk gün Alaçatından oldukça farklı olan açık deniz, deli rüzgar ortamında boardun üstünde durmakta biraz zorlandım. İkinci gün efendi olup rüzgarın sakinleşmesini bekledim. Sonra da efendi efendi gezindim. Rabia'da taktı 300mm teleyi makinaya çekti fotograflarımı. Bir sürü sörf fotografım oldu. Torunlara göstermek için.Derken ver elini Asos. Kadırga koyu. Tertemiz deniz. Geniş alan. Sakinlik, kitap, bira. Etrafı keşif turları. Egenin birbirinden güzel manzaralı gezdikçe inatla bizi kovaladırlar. Bir sürü fotograf çektik. Antik limana gidince orda kalmaya özendik. Taş otelleri de campingleri de çok beğendik. Behramkale'ye çıkınca yok yok aslında bir daha geldiğimizde burada kalalım dedik. Buram buram tarih kokusunun içinde bir kasaba.
Gel zaman git zaman. Körle yatam şaşı kalkar mı desem... Yok aslında kızın hakkını vermek lazım. Rabia'nın içindeki cevher ortaya çıktı. Bir sürü güzel fotografımı çekti. Atena Tapınağında güneş batırdık. Gene eski insanların zevklerine dükün olmalarından dem vurduk. Dünya azıcık insan varken kesin çok ama çok güzel bir yerdi. Ne kadar yaşanacak yere gitsek orada bir antik kent, bir sunak, bir tapınak.
Listede son olarak Küçükkuyu'nun iki köyü vardı. Adatepe ve Yeşilyurt. Ben daha güzel köyler görmedim. Çamın kokusu zeytine karışırken, Ege ayaklarınızın altında sonsuz bir halı gibi seriliyor. Karşıdan Midilli size el sallıyor. Verimli topraklarda mutlu güleryüzlü sevecen insanlar. Kahvelerde lafladık. Dar sokaklarında dolandık köylerin. Taşmektep'te soluklandık. Her güzel yere gittiğimizdeki gibi gene Adatepe'ye olmadı Yeşilyurt'a yerleşme hayelleri kurduk. Küçükkuyu'ya olmadı Altınoluk, Güre dolaylarından 1 dönüm zeytinlik denk getirsek türküsü çığırdık. Kuzey Ege'nin tadına doyduk. Herkeze tavsiye olurnur.

Cuma, Ağustos 10, 2007

Ege'den tatil notları

Ben bir Ankaralı olarak başkanım sözünü dinleyip tatile annemin yanına gittim. Malum suyumuz yok ya, Ankara'dan başka seçeneği olanlar niçin burada yaşıyor diyen başkan haksız da değil. Cuma gecesi yola çıktığımdan beri düşünüp duruyorum, hakikaten Ankara seçeneği olmayanların kenti haline mi geliyor. Anadoluda devrimin ve çağdaşlanmanın başkenti Ankara, cumhuriyetin devrimleri ve çağdaşlama gibi solup gitmekte. Önü alınamaz çirkinleşme ve her yönden başkenti saran yoksulluk hepimizi üzmüyor mu?
İki gün annemin yanında Dikili'de denize ve ilgiye doyup Utku ile yola koyulduk. Ver elini Alaçatı. Büke Pansiyona yerleştik. Ernur'da bize eklenince üç kişilik bir ekip halinde rüzgar sörfü kursumuza kayıt olduk. Benim 2. kursumdu ya çok da emin değildim, unutmuş muyum acaba, ne kadar ilerleyebilirim diye. İlk gün sonunda eski performansıma ulaştım :) 88 doğumlu hocamız Sercan "Umut abi yelkeni indir!", "Umut abi adımlara dikkat!" diye bağırırken, kursu sonunda hedeflediğim 180 litrelik board üstünde 4 metrekarelik yelkenle trapez kullanarak seyretmeyi ve yelkeni bir yandan atıp öbür yandan yakalamalı afilli dönüşü başardım.
Ilıca'da Kumrucu Hüseyin sağolsun, kumruya doyduk. Ilıca marinasında, Alaçatı sokaklarında uzun ve keyifli yürüşler yaptık. Aya Yorgi'de bir yandan o güzelim koyu tamamen istila edenlerek parası olmayan bu güzelim denizin yanına yaklaşamaz diyenlere söverken, bir yandan biz de devrana uyup Paparazi Beach Club'a daldık. Pek bir şanslıydık, son gecemizde Babylon Alaçatı'da İlhan Erşahin konseri vardı. Güzel bir caz ziyafeti ile Alaçatı seferimizi tamamladık. Dün Alaçatı'dan Dikili'ye dönerken farkettik ki, güya dönüyorduk ama dönmeye ait bir hüzün ve yorgunluktan eser yoktu bünyede zira tatilden tatile koşuyorduk. Ankaralı olarak ne diyeyim, başkanım sağolsun :) İyi ki akıl verdi de annemin yanına tatile geldim...

Pazartesi, Temmuz 30, 2007

Denizli eğlencesi

Flaş.Flaş.Flaş. Deniz evlendi. Hafta sonu Deniz ile Esin'in dünya evine girmesini kutlamak için (kısacası düğün için) Denizli'deydik. Denizli'nin en yakışıklı damadı bize Pamukkale'de Pamuksu Otel diye şahane bir butik otelde yer ayırtmış. Denizli'ye öğleyin ulaşıp akşama kadar uzun bir havuz sefası yaptık. Düğün falan da neymiş canım biz tatile geldik zaten derken akşam oldu. Her düğün gibi bu düğün de şahane idi. Deniz'e bakıp bakıp "Yürü be koçum, kim tutar seni!" dedik. Düğün üstüne havuza doymayan bünye kendini gene suya attık. Havuz başında biralar içildi, sohbetlere doyum olmadı. En büyün mevzu tabiki, dünyaya gözlerini açmasına 2.5 ay kalan Melih ve Anıl'ın kızları Deniz'di.
Derken sabah oldu. Güzel bir kahvaltı üstüne koyulduk yola. Ne ola ki bu Pamunkale diye. Ben çok küçüktüm gördüğümde, birşey de anımsamıyordum. Antikkent, müze ve tabi travertenler. Güzel, bakımlı, düzenli, kalabalık. İyi ki gezdik. Çok eğlendik. Çok. Gidilesi, görülesi biyermiş de biz atlamışız. İyice bir gezip, suya girip, 40 derece güneşi başımıza geçirdikten sonra dönüş yoluna koyulduk. Yolda Atmaca Restoranda (Denizli'nin Ankara çıkışında) bolca kuzu tandır, Sivrihisar'da da ballı gözelemeleri boğmak vesilesi ile Ankara'ya döndük.

Pazartesi, Temmuz 23, 2007

Yüzyıllardır süren cenke destan...


sıcaktı.
bulutlar doluydular.
nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
birden-
- bire
kayalardan dökülür
gökten yağar
yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
çıktılar.
dikişsiz ak libaslı
baş açık
yalnayak ve yalın kılıçtılar.

mübalâğa cenk olundu.

aydının türk köylüleri,
sakızlı rum gemiciler,
yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı börklüce mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
bayrakları al, yeşil,
kalkanları kakma, tolgası tunç
saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.

hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini..

yenildiler.

yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.
ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.

tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
o dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
o, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.
ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer aydın ellerinden karaburun mağlûpları..
.
N.H.Ran

Pazar, Temmuz 22, 2007

Kaportacı Barış

Büyükşehirde yaşamanın bir problemi de sanayide usta bulmaktır ya. Önceleri yahu paranın ne önemi var deyip arabanızı servise götürürsünüz. Sonraları 35YTL olduğunu bildiğiniz motor yağınızı faturada size 50-60 YTLye malolduğunu görmek canınızı sıkmaya başlar. Ama sanayideki ustalara da nasıl güvenebilirsiniz ki? 2001 yılından beri arabam var. Geçen altı senede servisde olsun sanayide olsun aldatıldığıma inandığım durumlar çok geldi başıma. Bir miktar usta, bir miktar servis değiştirdim. En son bu işten kendin anlamazsan işin zor diye inandırdım kendimi. O sıralarda gene arabamın bir problemi için usta usta, servis servis gezerken, gereksiz yere egoz sistemimi değiştiren, hatta yanlış değiştiren ustalar söverken, Emel sanayide yakın bir arkadaşının arkadaşının usta olduğu söyledi. Böylece Kaportacı Barış ile tanıştık. İlk olarak Barış bizim yaşlarda. Hal böyle olunca iletişim kurmak sıkıntı olmadı. Sonra eleman çoğu problem için sanayideki tanıdıklarına yönlendiriyor ve her sorun için bir bağlantı noktası var. Gel zaman git zaman ben arabamda sıkıntı çıktıkça Barış'a alo der oldum.
Bu hafta sonu da orda idim. 6 aylı rutin sıkıntı giderme seansları. Yok yağ, yok aks rulmanı yok cam mekanizması tüm günüm sanayide geçti. Dükkanda otururken de üstü örtülü bir araç vardı. Allah biliyor ya sıkıntıdan sordum Barış'a bu ne abi diye? Aç brandayı bak hocam kendin dedi. Tertemiz, aslına çok yakın yeniden toparlanmış bir Murat 124. Çok güzel olmuş, kendin mi yaptın falan derken kaputu açtım, içerde BMW 3.25'in 6 silindrili 200 beygirlik motoru. Allahım bu ne derken farkettim bir de NOS takılmış. Olmuş size 300 beygirlik bir Hacı Murat. Barış Kaporta grurla sunar. Discovery'de seyredip, ağzımızın suyunu akıtan o reknostriksiyon işleri burada, bizim melekette de yapılıyormuş arkadaşlar. Bilginize.

Çarşamba, Temmuz 18, 2007

Yeni oyuncağım GPS

Jüriden sonra kendime bir doktora hediyesi almaya karar verdim. Ne zamandır GPS isteyip duruyordum işte bu da bahanesi oldu. Bir iki başarısız yurtdışından getirtme girişiminden sonra Gökmen sağolsun olaya el koydu ve GPSlerimiz Amerikadan geldi. İş sadece aç GPS, o yapsın herşeyi ile bitmiyormuş. Hatta sorunlar sorunları kovalıyor, haritacılık, sayısal haritacılık konularında bir "know-how" var ki oturup deneyim kazanmak gerekiyor. Neyse canım, nihayetinde oyuncak, ben de kurcalayıp öğreniyorum. Son durum şöyle. Magellan eXplorist 500 olan GPSimin USB arayüzü var. Burdan gezdiğim yerleri OziExplorer'a atıyorum. OziExplorer'dan da Google Earth formatında kaydedip uydu görüntüsü üzerine basınca toplanan veri biz fanilerin anlayacağı biçime dönüşüyor.Bugün bisiklete binerken açtım GPSimi attım çantama. Bu iki fotograf topladığım verinin Google Earth'e atılmış halleri. Yer yer 10-20 metre sapmalar var yollardan. Normaldir mi demek lazım blmiyorum. Bir kısmı GPS hatası desek bir kısmı da raster imajın kalibrasyonundan kaynaklansa. Ben de bu işlerde daha çok yeniyim. Olacak ama inanıyorum. Çözeceğim bu işi. Memlekette harita sıkıntısı var. Harita satanlar Deli Dumrul. GPSin kendisi 170 dolar, Türkiye haritasına 150 avro istediler. Bu işi paylaşmak lazım. GPS'i olup da gezenler, gezdikleri yerleri bir yere koysalar, oraya gidecekler onları ordan alsa. Google haritaları ve noktaları GPSe atılabilse. Belki bunların hepsinin bir yolu vardır da ben bilmiyorumdur. Yeni oyuncak, yeni oyuncak, en sevdiğim şey.

Pazar, Temmuz 15, 2007

İberia

Düğünlerin yorgunluğu akşama kadar geçmedi. Kendime geldiğimde ilk isteğim, normal bir Pazar akşamı yaşamaktı. Yani insanlarla sinemaya gidip, kahve içip, ordan burdan sohbet etmek falan. Velhasılı Carlos Saura'nın son filmi İberia'ya gittik. Müzikal demeye dilim varmıyor çünkü film daha çok bir gösteri gibiydi. Filmde İspanyol besteci Isaac Albeniz'in İberia adlı eserinden parçalar bir çok sanatçı tarafından yorumlanıyor. Müziğe dans ekleniyor. Ortaya enfes bir sahne sanatı ziyafeti çıkıyor. Saura'nın sahneleni filme aktarmaktaki yeteneği sorgusuz sualsiz filmi alıp götürüyor. Sevenlerine tavsiye edilir.

Hızla gelişen olaylar

10 gündür süren koşturmaca bitti. Ha şikayetçi değilim. Fotograftan zaten bellidir. Asıl konumuz düğünlerdi. Önce Emrah Torbalı'da evlendi. E İzmir'e kadar gitmişken, hafta sonuna bir gün daha ekleyip, Dikili'ye doğru uzandım. Ailecek toplandık. Dayı, teyze, kuzen derken 10 kişilik bir ekip, özlem giderdik. Dönünce biraz yok yorgunluğu oldu. 3 gün içinde Ankara- İzmir- Dikili -Ayvalık - Balıkesir -Ankara turu bünyeyi zorladı. Toparlar toparlamaz, tezin düzeltmelerine koyuldum. Jüride Hocaların önerdikleri düzeltmeleri de teze yansıttıktan sonra Cuma sabahı bana sorarsanız cilde vermek için herşey hazırdı. Yok ben gene son bir kontrol yaptırayım ciltletmeden diye Enstütü'nün yolunu tuttum. İyi ki de gitmişim, ilk verilen format düzeltmeleri yalanmış. Tüm tez baştan sona kıpkırmızı çıktım kapıdan. Akşama kadar itina ile (veya burundan solumak vasıtasıyla) tez formatı bir daha düzeltildi. Neyse Cuma akşamı saat 5 civarı baskıları aldım, 7'de de cilde verdim.
Cumartesi sabahı mesaim saat 10:30'da Emrah'ların Ankara'daki düğünleri için kuaföre gitmek ile başladı. Sonra e git ciltleri al eve getir, düğün için hazırlan ve ilk düğün. Saat 1'den 4'e kadar Polis Evi'ni inlettik. Sonra eve gelip birşeyler atıştırdık ve ikinci düğüne doğru yola koyulduk. Saat 5, bu sefer Öğretmen Evindeyiz. Şamil evleniyor. Çok güzel bir düğün oldu. Oğlumuz Çeçen, gelin Abaza. Kafkas dansları gırla gitti. Biz de keyifle seyrettik. En sonunda günün son etap'ı. Emrah'ın kaledeki kutlama yemeği. Miting yüzünden az geç de başlasak, biz bize çok güzel bir yemek oldu. Fasılda hep bir ağızdan bağıra bağıra şarkılar söyledik. Saat 12'de önce Washington restoranı kapattık. Sonra oraan Old Mariner. Saat 3'de de orayı kapattık. Ve gün bitti. Bir süre düğün eğlence yok. Ay sonunda Denizli seferine kadar güç toplamam lazım.

Cuma, Temmuz 06, 2007

Çığlığım paramparça...

kendim için büyük bir tehlikeyim artık
ilerliyorum
içimdeki yer çatlağı boyunca
Fay, Murathan MUNGAN

Pazartesi, Temmuz 02, 2007

Unutma

Toplumsal hafızanın eser miktarda bulunduğu bu topraklarda yaşar iken, gene de hatırlamak, anmak, konuşmak, hesaplaşmak lazım yeri geldikçe. Bu gün 2 Temmuz. Bundan 14 sene evel bir otelde diri diri yakılan aydınları anımsamak için yazıyorum bu yazıyı. Evet, evet, Sivas Madımak Olayından bahsediyorum. Unutmayalım.

Cumartesi, Haziran 30, 2007

Görülmüştür

Bugün Mimarlar Odası Ankara Şubesi'nin Görülmüştür etkinliğinin son günü idi. Ulucanlar Cezaevi halka açılmış, cezaevi içinde bir sürü insan, filmler gösteriliyor, tiyatrolar sergileniyor, çalıştaylar yapılıyor. Program dolu dolu ama en ilgi çeken gene de Ulucanlar'ın kendisi gibiydi. 35 dönümlük bir arazi üzerine oturan bu cezaevini gezerken önce ilginç gelen herşey zamanla omuzlarınızda taşınması çık güç bir yük bırakıyor. Her tür insan vardı içeride. Kimisi ağlıyor, kimisi ağlamaklı, kimisi, bencileyin, elde fotograf makinası, objektifini nereye doğrultsa bilemiyor, kimisi ardı sıra küfrediyor, kimisi eski günlerini anlatıyor etrafındakilere. Keşke daha önce gitseydim. Keşke bir daha gezebilsem. Umut ediyorum Ulucanlar yepyeni bir işlev ile kullanıma açılır.

Pazar, Haziran 24, 2007

Ezgi ile Umut mezun oldular..

Çok şanslı bir adamım. Kardeşimle beraber bir mezuniyet yaşadım. Çok keyif idi çok. Görünürde Ezgi ile ben mezun olduk ama asıl diplomaları hakedenleri de unutmadık. Buyrun Kimyager Annem ve Doktor Mühendis Babam. Çok yakışmış cübbeleri ve diplamaları. Değil mi ama?