Pazar, Şubat 25, 2007

Makarna Makinam

Hayatımda aldığım en süpper doğum günü hediyem desem politik olarak yanlış bir cümle olur, eminin. Hatta bana şimdiye kadar hediye alanlar bana "Kadir kıymet bilmiyor bu Umut hiç!" diyebilirler. Ama hakikaten süper bir alet. Makarna makinam. Ezgi ile İbrahim almışlar. Bu gün biz de üşenmedik aldıkları hediye ile çocuklara bir makarna yaptık. Daha önce blogdan yazmış olduğum makarna maceralarıma bir yenisini ekledik. Kesinlikle merdane ile açmaktan daha kolay değil, sadece ben değil Rabia'da denedi. En ufak bir hatada hamur yırtlılıyor. Yırttık bir kaç sefer, ama sonuç muhteşem oldu. Büyünce Ayvalık'ta İtalyan Restoranı açacak annem bana :) Dimi annecim?

Pazar, Şubat 18, 2007

Mesaj veren şiddet gösterisi, Barda

Şiddet üzerinden adalet sorgulaması yapmaktan yorulmadık mı? Anlaşılan Serdar Akar yorulmamış. Yanlış anlaşılmasın çok severim Serdar Akar'ı. Genç Sinemacıların gönlümüzdeki yerleri ayrı. Gemide, Türk sinemasında en sevdiğim beş film arasına girer. Dar Alanda Kısa Paslaşmaların replikleri ezberimde fakat güzel abim çok zor bir filme kalkışmışsın bu sefer. Genç çocukların hepsinin oyunculukları eksiksiz sırıtmakta. Dizi oyuncuları ile filmi ayağa kaldırmışız ama alıp götürememişsin. Nejat İşler'in performansı desteklenememiş. Filmdeki görsellik çarpmazsa, oyunculuk çarmazsa, kurgu çarpmazsa geriye verilen mesaj kalıyor ki o mesaj bu aralar çok moda. Şiddeti yaratan ve sebeb olan arasındaki adelet dileması. Biz bu "şahane hayatlarımızla" aslında alt sosyoekonomik sınıfın yarattığı şiddetin suç ortağı değil miyiz? Bilmem, sadece televizyonda seyrerek Irak'ta olanlarında sorumluluğunu üstlenmiyor muyuz? (Haneke'nin Saklı filmi miydi?) Bu arada filmin sonunda derin savcı karakteri de Kurtlar Vadisi atıfı hissettiriyor. Ha olmamış mı, olmuş. Ya içerde adamları temizlerken ilk vuranın Zeki Demirkubuz olması, çok manidar olmuş, çok. Ben son olarak sanat eseri üretimindeki temel soruya geleceğim. Serdar Akar'ın derdi ne? Ben bu filmde bu sorunun cevabını alamadım. Filmin duruşu Gemide filminin tam tersi değil mi? Orda sunulan nedensiz şiddetin bu filmde sosyoekonomik sınıf çatışması eksenine oturtulması olmuş mu?

Bu doktorayı delirmeden nasıl bitireceğim...

Bu aralar harıl harıl doktora tezimi yazmaktayım. Dün öğleden sonra başlayan haftasonu tez yazma maratonu arada 7 saatlik bir uyku arası verip bu öpleden sonraya kadar sürdü. Biliyorum bu günler iyi günlerim. Arada güzel uyku molalarım var. En azından Cuma akşamı başlayıp pazar gece yarısı bırakmıyorum. Ama iş beklediğimden çetrefilliymiş. Ben zannediyordum ki ileleme raporlarımdan kopyala-yapıştır ile şipşak tez ortaya çıkacak ama kazın ayağı öyle çıkmadı. İnsan rahat edemiyor. Teker teker makalelere tekrar bakıyor. Bu amcalar yeni birşeyler yazmışlar diye kontrol edilmesi gerekiyor. Bu doğru makalemi, yoksa herkesin refarans verdiği ana bir makale var da ben yanlış bir yayına mı referans veriyorum diye paranoyalar oluşuyor. Referans verilemeyen ama okunmuş makalelere hüzünlü gözlerle bakılıp, yoksa yoksa bunlardan da mı birşeyler yazsaydım diye hayıflanılıyor. Bir türlü konuyu anlatmak için kurulan anlatım kurgusundan emin olunamıyor. Arada tüm sectionların yerleri değiştirme isteği geliyor insanın üstüne. Böyle durumlarda eller hemen klavyeden çekilip bir sigara yakılıyor. Kayışı sıyırmasına ramak kalmış zihnin sakinleşmesi bekleniyor.
Neyse efendim, saat 3 - 4 gibi ölmicem mi ben canım diyip bıraktım yazmayı. Önce bir Mogan'a gideyim, göl havası iyi gelir, iki fotograf çekerim derken, bir baktım ki ev hanımlığına başlamışım. Önce çamaşır, sonra ütü, derken bir baktım takmışım fişe elektrik süpürgesini, evi süpürüyorum. Bu arada da Ezgi Babam ve Oğlum seyrediyor içerde. Arada onun yanına gidip filmin en ağlak sahnelerinde 3-5 damla da göz yaşı katıyorum hikayeye. Yalan değil vallaha, ikinciye seyrederken de ağlıyormuş insan. Hele o hastanane sahnesi yok mu Çetin Tekindor'un, insanın yüreklerinin yağları eriyor. Konuyu dağıtmayayım. Ev işleri de bitince oturdum google'ın başına. Söyle bana yüce komputer dedim, nedir bu zor olan doktora tezi yazma mevzuunda. Ha tabi ingilizce sordum ki komputer (google) anlasın.what is hard about writing a phd dissertation?. Erinmedi cevapladı saolsun. gelen sitelerden bir tanesinin adı şahaneydi. I did a phd and did not get mad. (Doktora yaptım ve delirmedim). Pek güzel değil mi? Umut fakirin ekmeği. Tam ilk karikatüre gülerken ikincisini gördüm. Buyurun o da aşağıda. Bu arada ne mi dinliyorum. Ortaçgil'den "Bu iş çok zor Yonca" :)
Türkçesi, doktoranın nasıl yapılması gerektiğinin öğremenin tek bir yolu vardır,o da doktora yapmak. Buyüzden hiç bir öneri de işe yaramaz.

Cumartesi, Şubat 17, 2007

International Color Awards

Geniş bir destekçi gurubuna sahip online fotograf yarışması International Color Awards'ın geçen sene kazanan fotograflarına bu linkden ulaşılabilir. Güzel fotograflar var.

Cumartesi, Şubat 10, 2007

Dönüş yolu...

Fotograf gelirken çekilmişti ama ben dönüyorum artık. Sabah 9:30'da New York'a doğru yola çıkıyorum. Oradan da İstanbul. Kısa, yoğun bir seyahat oldu bu sefer. Napalım.

Cuma, Şubat 09, 2007

Oğlan çocukları büyümez...

Oyuncakları pahalılaşır. Amerikadayım. Alışveriş çılgınlığım sürüyor. Kendime en yeni modelinden bir iPod shuffle ve 250Gig bir laCie bir hard drive aldım. Çok mutluyum çoook. Yep yeni oyuncaklarım var benim.

Pazar, Şubat 04, 2007

Ankara'yı niye seviyorum?

İnsan memleketini niye sever, başka çaresi yoktur da ondan. Amma biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen burası dünyanın en güzel yeridir amma dünyanın en güzel yerini sevmezsen orası dünyanın en güzel yeri değildir.
Evet Vizontele filmindeki Altan Erkekli'nin repliğinde haklılık payı yok değil, biraz başka çaremiz yok diye seviyoruz Ankara'yı. Ama bana kalırsa asıl hikaye şöyle: Ben sevdiklerimin olduğu yerleri seviyorum, sevdiklerim ile yaşadığım, anılarım olan yerleri seviyorum. Balıkesir'i çok seviyorum. Milli Kuvvetler'i, gar binasını, 6 Eylül Pasajını hiç birşeye değişmem. Eskişehir'i galiba Eskişehirlilerden daha çok seviyorum. Lisede, ilk gençliğin en deli zamanlarında ordaydım. Şimdi etrafımda dostum dediğim insaların çoğu ile Eskişehir'de tanışıp, orada büyüdük. Kılıçoğlunda sinamaya gittik, suboyunda içki içtik.
Ankara mı? Hah şimdi ona geliyorum. Ankara'yı seviyorum, çünkü son 13 senedir sevdiklerimle bu şehirde yaşıyorum. Nerden çıktı bu yazı? Bugün iki araba 8 kişi karları yara yara Eymir'e gittik. Bembeyaz bir Eymir, balık ekmek, bira derken bu aklıma geldi. Seviyorum bu kenti. Sevdiklerimle bu kentte yaşamayı.

Cumartesi, Şubat 03, 2007

Hayatımızdaki Azizler

A Guide to Recognizing Your Saints bir New York hikayesi. Sundance'de bu sene en iyi yönetmeni almış. Yönetmen öz yaşam öyküsünü önce kitaplaştırmış, daha sonra da sinemaya aktarmış. İnsana dair bir hikaye. Tepeden bakıldığında New York'un kenar mahallelerinde yokluk, yoksulluk, şiddet ve eğitimsizlikten kaçan yazarın kendi iç hesaplaşması olarak görülebilecek filmde parça parça bir çok hikaye vardı. Baba oğul, anne oğul, ergenlik ilişkileri üstüne bir sürü ufak tefek plan. Filmde en çok sevdiğim bölüm yukarıda fotografı olan anne ve oğulun uzun uzun konuşması oldu. 15 sene sonra baba evine dönen oğluna özlemini dile getiren anne. Çok etkileyici idi.
Düz bir çekimle sizi melankoniye gark edebilecek bir hikaye kurgu teknikleri kullanılarak seyirciden yeterince uzaklaştırılmış. Oyunculuk çok güzel kotarılmış. Özellikle filmin uzun bir kısmında filme egemen olan ergenlik çağındaki veletler işlerini iyi yapmışlar. Nette okudum bir çok yazı Antonio'u oynayan elemanın oyunculuğunu beğenmiş ben se anne ve bababın oyunculuklarından çok etkilendim. Kadın filmin başındaki annenin Dito'ya telofon ettiği sahnede çok üst düzey bir oyunculuk ortaya koydu.
Neyse, film dün itibarı ile Ankara'mızı terketti. İzlemeyenlere DVDsinde oldun seyretmelerini öneririm. Amerikan Bağımsız Sinemasını seviyoruz.