Cumartesi, Ağustos 18, 2012

İzmir'in dağlarında çiçekler açar

Ankara'nın taşına bak. Marşlarda anlatılan bir yaşam tarzımız var. İnanılmaz! Geçen haftasonu Özlem'in düğünü için İzmir'deydik. Hem düğün sahipleri ile biraz vakit geçirmek, hem de İzmir'in keyfini çıkarmak için Cumartesiden düştük yollara. Dört ayak üstüne düştüğümüzü Bostanlı iskelede Havaştan indiğimizde farkettik. Hakimevi, Altinbalik (düğün mekanı) ve Kamil Koç (dönüş için) hepsi görüş mesafesinde idi. Vapurla Pasaporta geçtik. Alsancakta turladık. Sevinç pastanesinde soluklandık. Döndük Karşıyaka çarşıyı dolandık. Akşamına önce Karşıyaka sahilde Danteye oturduk. İskele üstünde akşam keyfi. Sonrasında Bonstalı sahile, insana karıştık. Aldık bir avuç çiğdem, gece yarısına kadar bir bankta çitledik. Herkes dışardaydı. Sandelyesini masasını kapan sahile koşmuş. Balık tutan, tavla oynayan, koşan, bisiklete binen. Pazar sabah eczane bahanesi ile Bostanlıyı dolandım. Dükkanlar açılmış, beton sulanmış, havada taze bir deniz kokusu var. Kahveler kadınlı erkekli, gazeteye dalmış insan dolu. İnsanların öğlenleri 40 dereceyi bulan kavurucu sıcağa rağmen dışarıda yaşayası var. Yanlış anlaşılmasın. Ankara sevenler cemiyeti üyesiyimdir. Onbeş seneyi devirdim bu kentte. Burada öğrendim, burada çalıştım. Okul çevresi, iş çevresi, hepsi bu kentte. Ankara insanla güzeldir. İnsanı güzeldir. En çok bana benzeyen insanlarla çevrili olmayı sevdim. Beş mühendisle milyalar kazanan fabrikalar değil, beş yüz mühendisle ayakta kalmaya çalışan kurumlarda çalışmayı sevdim. Her hafta koşarak okula gitmeyi de. Bir de Kaleyi, Eymiri, Tunalıyı, Mülkiyelileri ve ODTÜ Doyurucuyu. Bizde de bu kadar var. İzmir'de kontrastı farkedince üzülüyor insan. Alışveriş merkezinde yürüyoruz, taşa bakıyoruz. Evlerde buluşup taşa bakıyoruz. İş yerinde taşa bakıyoruz. Rabişle biz en şanslı Ankaralılardanız. Balkonumuzdan ormana bakıyoruz. Ama genelde herkes gibi biz de Ankara'nın taşına bakıyoruz. Dışarıya dönük bir yaşamı özlüyoruz. Yaşamını, kahveleri, manavı, kasabı, parkları, restoranları, insanı dışarıda olan bir kent istiyoruz. Bulamadıkça da ruhumuz hep göçebe.

Cumartesi, Ağustos 04, 2012

Kuzeyin Atina'sına Selamlar

Nasıl karar verdiğimizi çok hatırlamıyorum. Biriken THY millerimizle nereye gitsek sohbeti yapıyorduk. Önce Los Angeles, sonra New York falan konuşuyorken bir farkettim ki telefonda Edinburg için rezervasyon yapıyorum. Hem şehir güzel olsun, hem de doğa sporu yapabilme şansımız olsun istiyorduk. Tatilde illa ki kasaba şehir olsun istiyoruz. İki kafede oturalım, bir kaç restoran deneyelim, geleni geçeni seyredelim, güzel oluyor. Ama madem deniz giremeyeceğiz o vakit bisiklete binelim, dağa taşa tur yapalım. Edinburgh bu isteklerimizin hepsini bir paket olarak bize sunuyordu. Puanlarımız business için de yeterli olunca biletlerimizi business aldık. Üstüne deneyim olsun, heryerde bahsi geçiyor, kalacak yerimizi airbnb.com'dan yaptık. Bunlar da geziye ayrı muhabbetler kattı. 

Cumartesi çıktık yola. Yolda bir hörmet, bir hörmet. Rabiş bu sınıfsal durumdan bir yandan şikayet edip bır yadan geleni götürdü. İner inmez airbnb'den bize odasını kiralayan ev sahibimizin önerisi ile 35 numaraya atlayıp şehre doğru yola çıktık. Ağzımız açık sağa sola baka baka Leith'e geldik. Otobüsten iner inmez dakika bir eziliyordum. Normal! Evle ve ev sahibimizle tanıştık. Akşamüstü çayı içimek için önerilerini alıp vurduk kendimizi Edinburgh'a. Şehrin ortaçağ portresi bizi tam anlamı ile büyüledi. İnanamadık gözlerimize, ilk günden itibaren eski kentin eski sokaklarında kaybettik kendimizi. Akşam üstü çayımızı Eteaket isimli bir çay evinde içtik. Bundan sonraki her gün de bir akşamüstü çayı içecek yer bulduk kendimize. Yanına da illa ki kek pasta. Favorilerimiz Eteaket ve Mimi's oldu. 
Edinburgh festivaller kenti. Asıl festival, Fringe'den bir önceki haftaya denk geldi gezimiz. Jazz festivali vardı bizim orda olduğumuz sürece. Kaçırmadık tabi. Pazar gün boyu karnavala katıldık. Bir Mardi Grass olmasa da saatlerimiz açıhavada onlarca grubu dinleyerek geçti. Kale, eski şehir, yeni şehir Pazartesi adım adım gezdik. Bardaktan boşanan yağmur gün boyu adada olduğumuzu bize hiç unutturmadı. Salı günü için Scottline Tours'dan bir Highlands turu satın aldık. Sabahın erkan saatlerinde başlayan tur bizi tüm kuzeyi dolaştırdı. Yetmişine merdiven dayamış İskoç rehberimiz 12 saat süren yolculuk boyunca dakika susmadı. O komik lehçesi yüzünden dediklerinin yarısını anlamadık. Arada beş dakka dalmışım. Rabiş hemen uyandırdı. Gezmeye para verdik, nasıl uyursun diye! Yaylalar muhteşemdi. Loch Ness'te bir baştan bir başa tekne turu aldık. İçinde canavar olan en ünlü gölü, Anadolu Lisesi günlerimizi anarak geçtik. Tanıştığımız Hollandalı çiften seneye İzlanda'ya gidin. 'Orası da muhteşem!' önerileri aldık.
Çarşama bisiklet kiraladık. Nette sürekli karşımıza çıkan, ev sahibemizin ısrarla tavsiye ettiği, eve bir adım Leith Cycle Co'dan çok memnun kaldık. Çarşamba Musslebrough'ya kadar kısa bir tur planlamama rağmen, bisikletçinin önerileri ve Rabiş'in zorlaması ile North Berwick'e kadar 45 km pedal çevirdik. Sonrasında da bisikletlerimiz ile trene atlayıp geri döndük. Akşamına Rabiş'in CIF'den arkadaşı Ruth'ların evine yemeğe gittik. Arka bahçede yapılan barbekü ve İnşaatçı kocası Niel ile yaptığımız sohbet çok keyifliydi. Kızlar düğün fotograflarına bakarkeni biz de Irlanda konusunda muhabbet ettik. Perşembe Arturs Seat'e çıktık. Şehrin ortasındaki bu inanılmaz tepe ve tepeden şehrin görüntüsü muhteşemdi. Akşamına festivalden bir konsere gittik. Büyüyünce Bjork olmaya niyetli bir Norveçli kızı dinledik Jazz festivali için kurdukları panayır alanında. Cuma Water of Leith boyunca pedal çevirmek için kiraladık bisikletlerimizi. Fakat patika boyunca süren inşaatlar keyfimizi kaçırınca vurduk kendimizi deniz kıyısına. Bu sefer de şehrin diğer tarafındaki Cramond kasabasına gittik. Hem kasaba, hem kasabanın kıyısındakı Cramond Adasının manzarası ne kadar doğru bir karar verdiğimizi gösterdi. Dönüşte yağmur yakaladı bizi. Bir güzel ıslattı. Azmimize hayran kaldık. Burnumuzdan akan damlaları üfleye üfleye Water of Leith'in başındaki Mimi'si bulduk. Az önce yağmur yemiş, az kurumuş, sıçanı andıran görüntümüzle İngiliz teyzelerinin beş çaylarına eşlik ettik.
Bisikletin peşine onbeşlerini yeni aşmış veletlerin caz standartlarını çaldıkları bir konser ekledik. Yeteneklerine haran kaldık. Cumayı Hawies'te noktaladık. Ünlü İskoç restoranında yarım saat sıra beklemeyi göze alınca, inanılmaz sıcak bir ortamda birbirinden lezzetli yemeklerinin tadına bakma şansına sahip olduk. Cumartesimizin olayı bir yandan şehrin geri kalanını turlarken, bir yandan da en sevdiğimiz İngiliz markalarına bulaşmaktı. Rabiş için Cath Kidston dükkanını, benim için de Jamies Italian'ı tavaf ettik. Kendimize en güzelinden bir çay takımı aldık. Jamie'nin İtalyan lezzetlerini mideye indirdik. Jamie at Home kitabı ve olimpiyat tişörtü beni benden aldı. Pazar gününe hoşçakal Edinburgh demek kaldı. Hava da güzeldi. Bir orda bir burda dura kalka günü bitirdik.