Perşembe, Eylül 23, 2010

Personal Play Station yoksa Portable mıydı?

PSP son yıllarda aldığım en güzel oyuncak. Herşeyden önce ucuz. Sonra küçük. Yani portable, çok rahat taşınabilir. Sonra personal, yani kişisel. Ortamı bozmadan, kenarda, bir yandan sohbete katılıp, bir yandan dizi seyredip, öte yandan çaktırmadan oyun oynayabiliyorsun. Oyun tamamen kişisel bir deneyim. XBOX olsun PS3 olsun oyun oynamak için salonu, televizyonu ve etrafındaki herkezi oyun deneyiminin bir parçası yaparken, bununla uymadan önce, yatakta kitap okur formatta iki el Fifa atabiliyorsun. Çok abartmazsan (ki abarttık, bayram dönüşü ben araba kullanırken yan koltukta İbo Fifa oynuyordu) azar işitmiyorsun (evet, evet bayram dönüşü arabada Ezgi ve Rabiş'in gazabına uğradık, az daha cihazı camdan atıyorlardı). Oyunlar görece ucuz. Fifa 2009'u 20 tl, Tomb Rider'ı 30 tl'ye alabildim. Ah bir de değiş tokuş ortamı olsa, o vakit tadından yenmeyecek. Ne yazık Ankara bu işte kısır. Olsun onun da çözümü var. Gözünü sevdiğim E.Şehir'imin Esnaf Sarayında en üst kattaki oyun dükkanlarında üç kuruşa 2.el oyun bulabiliyor, değişim yapabiliyorsun. Velhasılı, 3 günde sıkılırsın, 2 haftaya satmaya çalışırsıncılara inat, ısrarla tavsiye ediyorum.

Çarşamba, Eylül 22, 2010

Teknolojik atılımlar

Ne vakittir yeni oyuncaklarım hakkında yazacağım ama elim ermiyor. Önce PSP aldım ki iki aydır elimden düşmüyor (Elimin neden ermediği ortada). Kendi başına bir yazıyı hak ediyor. Sonra arabada çağ atladık. 2000 model Focus'dan 2010 model Picasso'ya. Bu işin de kendi başına bir yazıyı hakkettiği kesin. Ama bunların önüne geçense, iptv, bizdeki adıyla tivibu. Geçen hafta digiturk'un attığı anlamsız spam mesajı açmayı bir türlü beceremediğim için alıcım her 10 dakikada bir kilitlenme eğilimine gark olunca, dayanamadım. Digitürkten çoktandır sıtkım sıyrılmıştı ya, daha 8 ay daha kölesiyiz, mecbur taahhüt etmişim, haberim yok. Araştırmalara başladım. Teledünya en güzeli gözüktü gözüme, derken, tesadüfen, telekomun destek firmalarından bir tanesinde çalışan bir arkadaş ile akşam yemeğinde buluştuk. Bana biraz iptv işini anlattı. Yok olmaz canım, internetten televizyon seyretme işine daha çok var sohbetlerinden sonra eve gelip tivibu'ya üye oldum. Aylık 1 lira. Şaka gibi. Kimliği fakslama saçmalığından (yahu kimlik fakslama mı kalmış ama memlekette aklı ara ki bulasın) sonra, sonunda (1 hafta aldı üye olmak) bugün hesabım aktif oldu. Hakkını vermek lazım teknoloji şahane. Hele benim gibi televizyon bilgisayarınız var ise (ingilizce Home Theater PC), tüm kanallar, durdur oynat, seç izle, film kirala hepsi önünüzde. Ayda da 1 liraya. Şaşkınım. Üstelik bir saattir izliyorum. Takıldığı da yok. Bunun HD'sini de yaparlar ise, açık söylüyorum, olay bitmiştir.

Pazar, Eylül 19, 2010

Karaburun, Ege'nin ucu

Karaburun, Ege'nin ucunda, anladığımız kadarı ile de kimsenin hatırlamadığı ufak tefek, sakin mi sakin bir kasabaymış. Hepi topu dört tane pansiyon, iki tane de oteli var (Onların da bir tanesi muhafazakar kesime hitap ediyor). Ortamda pek turist yok, yerli turist hepten az. Biz Karaburun Butik Pansiyon'da kaldık. Pansiyonda iki Türkiyeli aileye karşın yanlış saymadıysam dört kadar Kuzey Avrupa ailesi vardı. Zamanımızın çoğunu İncirli Koy'da geçirdik. Ha gidecek başka bir yer var mıydı? O da yoktu. Akşamları Bozcaada'dan oldukça fakir sofralarda vakit geçirdik. Hepi topu 200 metrelik kordonunda turladık. Zamanın saat saat değil, saniye saniye geçmesini seyrettik. Bir haftalık huzura dayanamayıp 4.günde geri döndük. Tatilin başında gidilmeli Karaburun'a. Denizi harika. Üstü kadar altı da inanılmaz. Bol bol şnorkel yapılıp, akşamları kitap okumaya ayrılmalı. Sakin ve dinginliğin doruk noktasındaki kasabaya dinlenmeye en çok ihtiyaç duyduğunuzda uğramanızı öneriyorum. Elinizi kaldıracak haliniz olmadığında, parmağınızı oynatmadan keyfini çıkaracağınız bir güzellik.

Dedetepe Çiftliği

Veya deretepe çiftliği. Bozcaada'da planlar biraz karışınca, kuzeyden güneye, Dikili'ye doğru inerken bir gece de kaz dağlarına uğrayalım dedik. Tatuta (açılımı zannımca tarım turizm tatil gibi) çifliklerini görmek ne zamandır istediğimiz bir şeydi. Dedetepe.org adresine ulaşmamız çok uzun sürmedi. Önce merak içinde doğa dostu hayat, kendi elektriğini üretme, Montessori eğitimi derken sitenin altını üstüne getirdik. Aradık hemen biz gelmek istiyoruz, bir gece de kalmak istiyoruz müsaitseniz dedik. Hay hay buyurun dediler. Giderken nasıl insanlar ile karşılaşacağımız ve nasıl bir deneyim yaşayacağımız konusunda biraz karışık duygular içindeydik. Bozcaada'dan çiftlikteki insanlar ile birlikte yemek üzere aldığımız dört kilo kadar üzümü, yok efendim bu organik değil, üstünde bilmem ne ilacı var diye yemezlerse ne olacaktı? Bu doğal yaşamcılara karşı önyargılarımız olduğunu farkediverdik.
Erkan ve misafirleri bizi etrafta atların, tavukların köpeklerin, çocukların dolaştığı zeytinliklerin içinde bir çiftlikte karşıladılar. Sıcak mı sıcak bir ortamdı. O hafta sonu düzenlenen Montessori eğitimi vesilesi ile ortamda hatırı sayılır bir sayıda (bir kısmı anladığım kadarı ile "ünlü" olan) psikolog vardı. Rabiş onlarla dakikasında kaynaştı. Ben de yok çiftliği gezerken, yok elektrik nasıl üretiliyor derken, yok dereye girip yüzerken akşam oluverdi.
Vejeteryan yemeklerimizi yedik. Bulaşıklarımızı kendimiz yıkadık. Güneş batana kadar herşey çok güzeldi. Sonra herkes ağaç evlerine (Olimpos'takiler ile alakaları yok. Bunlar harbi kütük ev) çekildi. Ortalık neredeyse enerji tüketmeyen led'lerle aydınlatıldı. Sivriler, börtü böcek, sıcak ki ne sıcak derken kendimizi evin içine zor attık. PSPimde (PSP ayrı bir blog konusu olmalı) Shrek seyrederek geceyi tamamladık. Sabah uyandığımızda cibinlik denen aletin sivriden pek de korumadığına kanaat getirdik. Kahvaltı yaparken bir daha gelmeye ama bu sefer daha serin bir havada gelmeye karar verdik. Değişik bir deneyimdi. Yolu Altınoluk'a düşenlere Dedetepe çiftliğine uğramalarını tavsiye ederiz.

Bozcaada

Bu seneki yıllık izniminizin ilk durağı Bozcaada'ydı. Ekşisözlük'deki tavsiyeye uyup Ayana Konukevi'nde kaldık. Çok sıcak bir ailenin işlettiği üç odalı bir pansiyon. Butik nedir derseniz, işte budur. Hepi topu 6 tane konuk. O da pansiyon doluysa. Mekan Rum mahallesinin girişinde. Odalar tabir yerinde ise denizin içinde. Güzel kahvaltılar, güzel sohbetler. Gidecek olanlara gönül rahatlığı ile tavsiye ederim. Uzun bir Bozcaada tatili olduğu için elimizin değmediği taş kalmadı desem yalan olmaz. Ha bunda Rabia'nın "Aaaa bunu da yapmadan gitmek olmaz ki canım!"larının etkisi de var. Yoksa ben plajda (hatta sadece bir plajda) altı gün yatar dönerdim.
Ada'da birbirinden güzel altı tane plaj var. Bunların en ünlüsü, yani herkesin gittiği, daha çok balık istifi modelinde güneşlenilen, şezlong ve şemsiyeler Bozcaada Spor tarafından kiralanan Ayazma plajı. Suyu da kumsalı da güzel ama en güzelini yıllar önce gittiğimde yapmıştım, yaklaşık 500 m. kadar açılırsanız karşınıza çıkan denizin altındaki kayalık. Bunun üstünde ayağa kalkıp kıyıdakilere el sallayabilirsiniz. Ayazma etrafındaki restoranlar öğle yemekleri için ideal. Şehir içindeki bir çok ünlü restoranın Ayazma'da şubeleri var. Mitos Beach veya Habbele plajı ise halkın değil "concon"ların takıldığı mekan. Çeşme, Bodrum ayarında olmasa da biraz pahalıca. İkinci günümüzü geçirdiğimiz bu tesis güzel işletiliyor. Denizi temiz. Playlist'i çok güzel. Müzik seviyesi yerinde. Tek sıkıntısı, biraz kalabalık. Yandaki teyzenin hayat hikayesine on dakika sonra ister istemez hakim oluyorsunuz. İki günümüzü şezlonglu, şemsiyeli mekanlarda geçirip sabahtan akşama plajda pinekledikten sonra bendeniz deniz özlemimi biraz bastırabildim. Takip eden günlerde gündüzleri kasabada geçirip, akşam üstleri tesisi olmayan, az insanın uğradığı plajlara yollandık. Çayır plajı bunların ilkiydi. Upuzun bir plaj, geniş bir kum, turkuaz bir deniz ve size en yakın insanla aranızda en az 100 metre. İşte budur dedik. Sonrasında gittiğimiz Tuzburnu da ona keza. Akvaryum biraz kalabalıktı fakat güneşin devrilmesine yakın o da sakinleşiyordu. İnsan sesi duymadan dalga sesi ile kitap okumak, uyumak, eli kolu kimseye çarpma endişesi olmadan yüzmek isteyenler için bu plajlar birebir. Ha evet elinizi kaldırınca bira gelmiyor. İlla ki şemsiye olsun derseniz, arabanızda bir tane taşımanız lazım. Acıktıysanız, bir koşu arabanıza binip bir zahmet on dakika kasabaya uzanıp bir kaç çeşit poğaça börek, bir kilo üzüm kapıp gelin. Bunun da zevki bambaşka.
Gündüzleri adada yapacak çok şey var. İlki, tembeller için bir kafeye çöküp uzun uzun kitap okuyup, gelip geçenleri seyrederken, garsonlar, mekan sahibi ile laklak ederken zamanı öldürmek. Birbinden güzel bir çok kafe var. Biz daha çok Ada Cafe'yi tercih ettik. Gelincik şerbetini, şambali ve sakızlı muhallebisini tavsiye ederim. Ha illa ki gezeceğim göreceğim derseniz (veya sevdiğiniz size öyle derse),  Bozcaada Kalesi ve Bozcaada Müzesi olmazsa olmazlar. İkisi için de bir sürü önyargım vadı. Öncelikle "Ne gerek vardı canım?". Ama kazın ayağı öyle değilmiş. Kale hakikaten iyi korunmuş, büyük bir kale. Ankara kalesi ile hiç alakası yok. İkincisi, kasaba kaleden çok güzel görünüyor. Müzeye gelince; böylesi dostlar başına. Çok emek harcanmış, ilginç ve eğlenceli bir kasaba müzesi yaratılmış. Bir yandan kasabadaki Rum ve Türklerin yarattıkları etnografya sunulurken, bir yandan adanın tarihinden kesitler sergilenmiş. Çanakkale savaşı esnasında işgal kuvvetlerinden askerlerin Adadaki postaneden attıkları kartpostallardan, Adanın zenginlerinden Merhum Bilmemkim Beyin ellilerden bu yana kullandığı şapkalara kadar. Adayı ve adalıyı anlatan fotoğraflar da cabası.
Öteyandan Bozcaada deyince ilk akla gelenlerden biri de şarap. Adada Corvus, Çamlıbağ, Talay gibi şarap üreticileri var.  Adaya özgü üç ayrı da üzüm cinsi varmış Karalahna, Kuntra ve Vasilaki. Hangi üreticiye gitsek de tadım yapsak, yoksa hepsine mi gitmek lazım derken tavsiyeler bizi Çamlıbağ'a yöneltti. Dört kuşaktır şarap üreten, Çamlıbağ'ın sahibi Yunatçılar ailesinin hali hazırda işlerin başındaki temsilcisi Haşim Yunatçı ile tanıştık. Bağcılık ve asma üzerine sohbet edip tadım yaptık. Ada üzümlerinden yapılanlarından ikişer şişe yüklenip arabamızın bagajına attık. Biz de, bize soranlara Çamlıbağ'da tadım yapmalarını önermeye karar verdik.
Akşam yemeklerimiz Bozcaada tatilimizin en keyifli zamanları idi. Birbirinden çeşitli restoranları ve zengin bir mutfağı olan adada yemek yemek hakikaten bir zevk. Sandal, Lodos, Salkım, Koreli, Şehir gibi adada marka olmuş bir çok restoran var. Hepsinde olmasa da günlerimiz elverdiğince her gece bir tanesinde uzun yemekler yemeye çalıştık. İlk gece Sandal'daydık. Izgara kalamar ve ahtapot ile sıkı bir başlangıç yaptık. Sonrasında limana uzanıp Boruzan'da asma yaprağında sardalya, takibinde Salkım'da Girit pilavı, asma yaprağında keçi peyniri, Koreli'de çeşit çeşit Ege otları, kaya koruğu, Tenedos'ta mezgit derken günleri bitirdik.