Cumartesi, Aralık 30, 2006
Akademik web sayfam...
En sonunda elim erdi de akademik web sitemi hazırlayabildim ve ilk açıldığı günden beri ilgisizlikten kıvranan doktora blogumu da kapattım. Bahanesi ile elim uzun zamandan sonra yeniden web işlerine değdi. Yok CSS neydi, yok resmi nasıl yapsam derken, elim ayağıma dolaştı gene. Eskiden de böyle olurdu. Bu web sitesi hazırlama işinde bir türlü istediğim randımanı alamıyorum. Bu konuda yeteneksiz miyim acaba? Yoksa çalışan kazanır elması kızarır deyip iki kitap okuyup örneklerini mi yapmak lazım?
Perşembe, Aralık 28, 2006
Zaman Zaman İçinde
Pazartesi, Aralık 25, 2006
Aralık ayında plaj keyfi
Plajı olan büyükşehir nasıl olur? Vallahi çok güzel oluyor. Pazar günü Konyaaltı BeachPark'a doğru yürüdük. Yürüdük dediysem de ben diyeyim 20 dakka siz deyin yarım saat. Baktıkki plajdayız. Bazı deliler denize girmekteler. Ağzım açık kaldı. Şortlarını giymiş koşan herkesi kıskandım. Hava 20 derecenin üstündeydi. Deniz kıyısında dalgaların sesini dinleyerek biraz kestirdim. Allah allah ne kadar şanslı yahu burada yaşayanlar diye uyanmışım. Biz Ankaralılara biraz fazla bu keyif. Bu tip keyifler bünyede zehirlenme etkisi yarabilir bizde. Bu sabah itibarı ile döndüm Ankarama. Bere, atkı, eldivenli kış günlerine :)
Cumartesi, Aralık 23, 2006
Fotograf Dergileri
Geniş Açı kapanırken son sayısında dünyadaki ele gelir fotograf dergileri ile ilgili bir dosya hazırlamış. Sanki biz gidiyoruz ama bakın bunlar var diye. Ben de bu dergilerin web sitelerini vermek istiyorum. Buyrun.
EI8HT, Gomma, Aperture, European Photography, Eyemazing, Imago, Blind Spot, Exit, Foam, LensWork, Matador, Photo Nouvelles, Private, Luna Cornea, OJOdePEZ, Portfolio Catalogue, Source.
EI8HT, Gomma, Aperture, European Photography, Eyemazing, Imago, Blind Spot, Exit, Foam, LensWork, Matador, Photo Nouvelles, Private, Luna Cornea, OJOdePEZ, Portfolio Catalogue, Source.
Geniş Açı kapanırken...
Geniş Açı fotograf ile ilgilenenlerin 50 sayıdır zevkle takip ettikleri bir dergi idi. Memleketimizde belkide fotograf adına yapılan en başarılı işti. Boğaziçi Üniversitesinin öğrenci topluluğundan çıkan fikri Türkiye fotograf tarihine damgasını vuran bir dergiye dönüştürenlerin ellerine sağlık. Son sayı elimde. Okudukça üzülüyorum. Son beş senedir takip ettiğim dergim kapanıyor. Dergi ekibinin başındaki Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler diyorlar ki biz yorulduk derginin tüm rutinin yükünü taşımaktan. Ekonomik sıkıntılar yüzünden ekibi genişletemediklerini, "Genç Soluklar" gibi Türk fotografını ileriye taşıyacak projelere enerjileri kalmadığını anlatıyorlar. Haklılardır. Ben Geniş Açı dergisini yaratan ve yaşatan ekibin dergi kapansa da Türk fotografına başka projeler ile yeni şeyler katacakları inancındayım. Takipdeyiz. Bekliyoruz.
Ara Tatil
Dönem sonu geldi. Evet gülmeyin. Kocaman adam oldum hala sömestırlar belirliyor hayatımı. Hafta içi tez izleme görüşmemi yaptım hocalarımla. Eğrisi ile doğrusu ile bir dönem daha bitti demek bu. Bayram tatili bekleyemeden vurdum kendimi yollara. İşte Antalya'dayım. Nişanyaların sitesinden kale içinde bir butik otel beğendik. Ninova Pansiyon. Öğrendiğimiz kadarı ile İstanbul'lu Ermeni bir hanfendiye ait. Çok zevkli döşenmiş, sade, güzel bir otel. Sabah güzel bir kahvaltının ardından pansiyonun bahçesinden koparılmış portakalı da mideye indirdikten sonra indik yat limanına gazete, kitap sohbet derken akşamı ettik.
İklim diyorum ne kadar önemli. Bugün 20 derecenin üstündeydi hava sıcaklığı. Evet denize girmedik ama tişörtle akşamı ettik desek yalan olmaz. Kışmış, soğukmuş, onlar ne? Sıcak yerlere mi göçmek lazım konulu uzun sohbetler oldu. Ankara'yı çok seviyoruz sevmesine, amenna da işte bir de böyle Antalya gibi yerler olmasalar, adamın aklını çelmeseler, Aralık sonunda bahar güneşi de olur demeseler.
Antalya mı? Büyük olmasına çok büyük bir yer ama kale içi size sahil kasabası tadını yaşatıyor. Karaalioğlu Parkı var bir de. Almış karşısına Torosları, araya koymuş Akdenizi gezenlerine muhteşem manzalar sunuyor. Parkın için bir sürü heykel var. Her köşe başında biri "ce e!" diyor ziyaretçilere. Kentin sokakları da keyfinize keyif katıyor. Modern Antalya'nın çift sıra palmiyeler ile ayrılmış Atatürk caddesinde yürüken sağınızda bir anda Roma döneminden kalma Hadrian kapısı beliriveriyor.
Velhasılı güzel bir kentmiş Antalya. Yazın turizmin civcivli döneminde nasıldır bilemeyeceğim ama kışın Ankara'dan kaçmak için güzel bir alternatif.
İklim diyorum ne kadar önemli. Bugün 20 derecenin üstündeydi hava sıcaklığı. Evet denize girmedik ama tişörtle akşamı ettik desek yalan olmaz. Kışmış, soğukmuş, onlar ne? Sıcak yerlere mi göçmek lazım konulu uzun sohbetler oldu. Ankara'yı çok seviyoruz sevmesine, amenna da işte bir de böyle Antalya gibi yerler olmasalar, adamın aklını çelmeseler, Aralık sonunda bahar güneşi de olur demeseler.
Antalya mı? Büyük olmasına çok büyük bir yer ama kale içi size sahil kasabası tadını yaşatıyor. Karaalioğlu Parkı var bir de. Almış karşısına Torosları, araya koymuş Akdenizi gezenlerine muhteşem manzalar sunuyor. Parkın için bir sürü heykel var. Her köşe başında biri "ce e!" diyor ziyaretçilere. Kentin sokakları da keyfinize keyif katıyor. Modern Antalya'nın çift sıra palmiyeler ile ayrılmış Atatürk caddesinde yürüken sağınızda bir anda Roma döneminden kalma Hadrian kapısı beliriveriyor.
Velhasılı güzel bir kentmiş Antalya. Yazın turizmin civcivli döneminde nasıldır bilemeyeceğim ama kışın Ankara'dan kaçmak için güzel bir alternatif.
Cumartesi, Aralık 16, 2006
Cuma Pizza Keyfi
Yorucu bir haftanın sonunda cuma akşamında eve gelinip, mutfakta zaman geçirmek gibisi var mı? Önce kahvelerimizi yaptık Ezgimle, sonra başaldık pizzalarımızı hazırlamaya. İki tepsi pizza. Ekmek hamuru kullandık. Kaşar ve loru karıştırarak hazırladığımız peynir harcının üstüne dizdik biberleri sucukları salamları. Pişer pişmez de açtık bir şişe Cumartesi, kırmızısından. Ohh değmeyin keyfimize. Hafta sonlarını çok seviyoruz. İnsan, kendine, sevdiklerine, sevdiği işlere zaman ayrıyor.
Çarşamba, Aralık 13, 2006
Google, Edvard Munch ve Çığlık
Google'ın logosu Edvard Munch'ün doğum günü vesilesi ile Munch'ün Çığlık eseri kullanılarak yapılmış. Seviyorum Google'ın bu yaptığını. Güzellikleri anımsatıyor insanlara. Benim Çığlık ile ilgili en büyük anım ise yıllarca Bilge'nin duvarında gördüğüm bu resmi Bilge'nin yaptığını sanmamdır. Cehalet işte :)
Pazartesi, Aralık 11, 2006
El pueblo unido jamas sera vencido
Cumartesi, Aralık 09, 2006
Takva
Çok alemetler belirdi vakit tamamdırNazım Hikmet'in dizeleri ile kapanan filmde yeni sinemacılar tam bir sinema ziyafeti sunmuşlar. Şeytanın ve tanrının insanda aranmasını üzerine kurulmuş hikaye. Klişe bir film olmaktak çok uzak. Propagandanın ise yanından bile geçmiyor. Size tarikat, cemaat, şeh kötüdür de, iyidir de demiyor. Hepsi insan yapısıdır, insan ne kadar iyi ise onlar da o kadar iyi ne kadar kötü ise o kadar kötüdürler diye güzel güzel anlatıyor. İzlenilesi bir film olmuş...
Haram helal oldu, helal haramdır
Kendi kendimize yarışmaktayız gülüm
Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı
Ya da dünyamıza inecek ölüm...
Çarşamba, Aralık 06, 2006
WinterSim'06 bitti...
Konferans sona erdi. Sabah ilk oturumda makalemi sundum. Keyifli bir oturumdu. Ontoloji Temelli Simülasyon seansına beklentimin çok üstünde bir katılım oldu. Yaklaşık 30 kişi vardı salonda. Anlamlı geri bildirimler, birlikte çalışma önerileri aldım. Artık toparlanma zamanı. Birazdan çıkıp bir kaç müze gezilecek. Sonra hediyelik eşya dükkanlarına uğrayıp öteberi alınacak. Deniz kıyısında son yemek yenilecek. Otele gelip eşyalar toparlanıp yarın başlayacak uzun yolculuk için hazırlık yapılacak.
Salı, Aralık 05, 2006
Winter Simulation Conference
Ve konferans tüm hızı ile başladı. Sabah ilk olarak "key note speaker" olarak Edward Lee'yi dinledik. Model semantiğinin nasıl doğru kurulacağını uzun uzun anlattı. Şimdi de o salondan bu salona koşturmaca ile geçiyor zaman. Seyahatin eğlence kısmı bitti, iş kısmı tüm hızı ile sürüyor. Bundan sonra bloga yazacak birşey çıkmaz artık. :)
Pazartesi, Aralık 04, 2006
Monterey'de ilk gün
Yolculuk çok uzun ve yorucu olmasına rağmen, saat farkının çok olmasından herhalde çok uyuyamadım. Sabahın 6'sında uyandım. Odada iki saat oyalandıktan sonra saat 8 civarında Monterey sokaklarında turlamaya başladım. Sahipleri ile birlikte dükkanları açtım.. Bir çok Amerikan kentinden farklı olarak insanlar sokaklarda yürüyor, kafelerin önünde kahve ve sigara içiyorlardı. Monterey keyifli bir yer olduğu izlenimi uyandırdı bende. Uzun uzun yürüdüm. Öğleye kadar kasabayı keşfettim. Hava muhteşemdi. 20 derece. İnsanlar scuba ve şnorkel için denize giriyorlardı. Kendime öğleden sonrası için bir deniz kayağı turu ayarlayıp, konferans salonun yolunu tuttum. Kaydımı yaptırıp, programı aldım. Akşamki açılış faaliyetlerine kadar artık boştum.Ufak birşeyler atıştırıp, otelden eşyalarımı alıp soluğu kayak turuna çıkacağım yerde aldım. Elli yaşlarında bir teyze aldı bizi. Bankacalıktan emekliymiş ama bana eskiden biyoloji öğretmeniydim dese de inanırdım. Pasifik kıyı şeridindeki doğal hayatını ders verir edası ile pek güzel anlattı. Neler yoktu ki etrafımızda. Foklar, deniz aslanları, su samurları. Çok şanslıydı ki 10 metre ötemizden üç dört tane de yunus geçti.
İki buçuk saat süren kayak turundan sonra ısınmak için gidip sıcak bir kahve içip, kasabanın kitapçısında biraz turladım. Steinbeck'in yaşadığı yerde Steinbeck okuma fantezisini gerçekleştirmek için kendime bir Steinbeck aldım. Cannery Row. Daha sonra kitapçının karşısındaki konferans merkezine geçtim. Allahım ilk defa Amerikada her yere yürüyorum. Türk grubu girişte ayakta sohbet ediyorlarmış. Katıldım gruba ve gün bitti.
İki buçuk saat süren kayak turundan sonra ısınmak için gidip sıcak bir kahve içip, kasabanın kitapçısında biraz turladım. Steinbeck'in yaşadığı yerde Steinbeck okuma fantezisini gerçekleştirmek için kendime bir Steinbeck aldım. Cannery Row. Daha sonra kitapçının karşısındaki konferans merkezine geçtim. Allahım ilk defa Amerikada her yere yürüyorum. Türk grubu girişte ayakta sohbet ediyorlarmış. Katıldım gruba ve gün bitti.
Pazar, Aralık 03, 2006
Monterey'e Uzun Bir Yolculuk
Uzun ama çok uzun sürdü. Evden çıktıktan tam 30 saat sonra oteldeydim. Ankara-Münih-Şikago-San Francisco-Monterey. Aradaki beklemeler ve koşturmalar cabası. Ama seviyorum gene de yolda olma halini. Damarlarımda dolaşan andranalini. Şikago'da upuzun bir koridorda koşuyorum saat 16:50 ve San Francisco uçağı 17:00 yazıyor. Gate'e yaklaşınca ordaki görevliler bir anda alkışlamaya başladılar. "Başardın, kutlarız" tebrikleri ile uçağa geçtim. Uçak bozuldu. Bir saat apron'da bekledik. Bir uçuş kaçırsam, zincirleme reaksiyon otel rezervasyonumun iptali ve sokakta kalmam ile sonuçlanacak. Velhasılı eğlenceli bir koşturmaca idi.
Uçakta iken zamanın nasıl geçtiini çok anlamadım, kah uyudum, kah film seyrettim, kah kitap okudum. Önce Mythical Man Month'ı devrdim sonra da Rabia'nın yolculukta okumam için aldığı Kızıla Boyalı Saçlarına başladım. Çok keyfli bir kitapmış. Ayrıca bir yazacapım onun hakkında da. Yarıladım bile. Bir yandan da bitimemek için elimden geleni yaptım. Sadece iki kitap getirdim. Kitap almam lazım bir de dönüşü var bu yolun.
Maceralarım sürecek...
Uçakta iken zamanın nasıl geçtiini çok anlamadım, kah uyudum, kah film seyrettim, kah kitap okudum. Önce Mythical Man Month'ı devrdim sonra da Rabia'nın yolculukta okumam için aldığı Kızıla Boyalı Saçlarına başladım. Çok keyfli bir kitapmış. Ayrıca bir yazacapım onun hakkında da. Yarıladım bile. Bir yandan da bitimemek için elimden geleni yaptım. Sadece iki kitap getirdim. Kitap almam lazım bir de dönüşü var bu yolun.
Maceralarım sürecek...
Cuma, Aralık 01, 2006
Pink Floyd - The Wall
Hazır tez izleme raporunu vermişken, hafta sonu gideceğim kongrenin sunumunu hazırlamışken, yani yapmam gerekenleri yapmışken, çok uzun zaman önce seyrettiğim The Wall filmini bir daha bir seyredeyim dedim. Sonra, okumak lazım tüm lirikleri, iyi bir analizi hakediyor bu film derken nette http://www.thewallanalysis.com/ sitesini buldum. Buradan başlamak lazım.
Cuma, Kasım 24, 2006
Benim Köy Öğretmenlerim
Pazartesi, Kasım 20, 2006
Demirkubuz'dan Kader
Hikayeyi aslında Masumiyet filmini seyrederken dinledik Bekir'den. Bir parkta uzun uzun anlattı. Hemen hatırlatayım o uzun tiradı.
Masumiyeti seyrederken, hepimiz etkilenmiştik bu sapkın hikayeden. Zeki Demirkubuz da bizler için bu hikayeyi çekti. Ufak tefek farklar vardı. İlk olarak allah allah Diyarbakır yerine niye Kars' gitti ki bu kadın. Niye hikaye 2000'lerde geçiyor ki, Masumiyet 97'de çekilmişti, bu ondan en az on sene evelinde. Niye 80ler havası yok ki filmde derken filmin ortalarında bir sahnede otelde Masumiyet filmini seyrettiklerini detüm bunlar ile birleştirip, bunun bilinçli bir tercih olduğunu anladım. Çok hoşuma gitti. Zeki Demirkubuz bir yandan zaman kavramımız ile oynarken bir yandan da bu hikayeyi Uğur ve Bekir'in hikayesi olmaktan çıkarıp Uğur ve Bekirlerin hikayesi haline getirdiğini hissettim. Eline sağlık Demirkubuz. Güzel bir sinema keyfi yaşattın bize.
bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı’da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan... bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. (burda müzik girer) bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa? hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder. dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagor’a kesikmiş. zagor’da kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar’a; benim içimde bi sıkıntı. işi anladım tabii: zagor’u ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunnar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle... önce öldü dediler zagor’a, sonra komalık. ankara’da oluyor bunnar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornaya değmiş gibi oldu. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat... ama bu sefer başka güzel orospu. oranın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor’a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya bizde, “nasıl?” diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! işte o gün bu günden beri bu orospuyla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor’a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden... önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu durmuyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına. gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor’a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. n’aptı buna annamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul’a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile... beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, ohh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişe demiyo. sinop’ta oluyo bunnar. ben de döndüm istanbul’a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o haliyle kalk git sen diyarbakır’a, üç gün ortadan kaybol... herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden. sonra çocuğu doğuruyo. uzun zaman anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır’a, zagor’un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul’da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor’un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daa açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır’a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır’dayım. bi soruşturma... kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişe demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte
Masumiyeti seyrederken, hepimiz etkilenmiştik bu sapkın hikayeden. Zeki Demirkubuz da bizler için bu hikayeyi çekti. Ufak tefek farklar vardı. İlk olarak allah allah Diyarbakır yerine niye Kars' gitti ki bu kadın. Niye hikaye 2000'lerde geçiyor ki, Masumiyet 97'de çekilmişti, bu ondan en az on sene evelinde. Niye 80ler havası yok ki filmde derken filmin ortalarında bir sahnede otelde Masumiyet filmini seyrettiklerini detüm bunlar ile birleştirip, bunun bilinçli bir tercih olduğunu anladım. Çok hoşuma gitti. Zeki Demirkubuz bir yandan zaman kavramımız ile oynarken bir yandan da bu hikayeyi Uğur ve Bekir'in hikayesi olmaktan çıkarıp Uğur ve Bekirlerin hikayesi haline getirdiğini hissettim. Eline sağlık Demirkubuz. Güzel bir sinema keyfi yaşattın bize.
Cumartesi, Kasım 18, 2006
Kışta caz, cazda Ötenel
Çok keyifli bir kış günüydü bugün. Kış ortasında bahar gibiydi. Utanmadık, öğleyin paltolarımızı çıkarıp ODTÜ kortlarda kahve keyfi bile yaptık. Akşamına da Ankara'nın kış keyfi festivalleri sayesinde Tuna Ötenel dinledik. Keyifli bir caz konseriydi. Bilge ile en çok Ötenel'in, şimdi bir standard şarkı, hepiniz biliyorsunuz deyip başladığı şarkılarda eğlendik. Öyle festivallere gidip konser seyretmekle adam olunmuyormuş. Bu standartların hiç birini bilmiyoruz. Çok çalışmamız lazım çooookkk. Bir de bu genç yaştaki başarılı caz davulcuları mevzusu var değinmek istediğim. Bizim akranlarımızlar ve çok başarılar. Memleketimizde de az değil sayıları. Nasıl oluyor bu iş? Nedir sırrı? Bu gün Ötenel'e eşlik eden Cengiz Baysal'da bunlardan biri. Çok başarılı bir konser çıkardı.
Perşembe, Kasım 16, 2006
Featuring Sibel Köse
Caz festivallerini seviyoruz. Ayağımıza kadar geliyor dünyanın bir çok yerinden bir çok müzisyen. Gelenlerin çoğunu tanımıyoruz ya olsun onlar gelip bizlere kendilerini tanıtıyorlar. Bu gece dinlediğim Yunan asıllı Fransız amca ve grubunu da tanımıyordum. JP Gallis with Apopsis 7. Ama bu gruba eşlik eden bir Sibel Köse vardı ki, iyi ki var dedirtti. Evet gelenler evlerine dönecekler ama her festivalde bize güzel tınılar dinletecek Sibel Köse burada kalacak. Çok başarılı bir konser çıkardı. Özellikle "scat" performansı muhteşemdi. Eline, diline sağlık.
Pazar, Kasım 12, 2006
De ki işte
Yaşamın, beklediğinin gelmemesi - ki, işte:
senin de, gelmeyeceğini bildiğini beklemen
olacak.
Yaşamın, tasarladıkların ile gerçekleştirebildiklerin
arasında gidip gelecek: gerçekleştirebildiklerin
tasarladıklarından hep eksik;
tasarladıkların gerçekleştirebildiklerinden
hep fazla:-
Hep, hem eksik, hem fazla olacak yaşamın
- gerçekleri eksik, tasarıları fazla...
Hep eksiklikler yaşayacaksın - ve, hep, fazlalıklar...
Yaşamın bu olacak işte:
eksik - fazla...
Öyle yaşayacaksın ki, kendin bir türlü olgunlaşamadan,
arkanda olgun ürünler bırakıp yürüyeceksin - ancak
da olgun olduklarında bırakacaksın onları ardında...
Çünkü sen kendin de, olgun hale geldiğinde,
kendi ardında kalacaksın - bırakacaksın kendini
ki,
ardında kalsın...
Yaşamın, sürekli gireceğin çıkmazlardan oluşacak;
hep girip, hep çıkacaksın çıkmazlara, çıkmazlardan:
son gireceğin çıkmaz da, hiç çıkamayacağın çıkmaz
olacak - sen en son çıkmazına girdiğinde,
yaşamın da 'düze' çıkacak...
Yaşamının hiçbir belirli yerinde bulamadığın amacı,
boydanboya kendisinde yatar.
Yaşamının amacını arayıp arayıp bulamayacaksın;
ki, bu olacak işte yolu gösteren - amaç da, bu...
Çünkü kişi ancak kendi yaşadıklarından;
ve yine ancak kendi yaşadıkları aracılığıyla başka kişilerin yaşadıklarından
(ve yazdıklarından)
birşeyler edinebilir
Oruç Aruoba
Eskilerden bir Tom Waits
The Heart of Saturday Night, Tom Waits'in 2. albumu. Nasıl oldu da indirdim çok anımsamıyorum. Muhtemel blog blog gezerken rastlamışımdır. Çok başka bir Tom Waits varmış bu albumde. Sesini o zaman daha normal kullanıyormuş. Müzik daha beklenen rotada seyrediyor. Yumuşak. Caz'a ve blues'a yaklaştığı anlar oluyor duyuduklarınızın. Benim gibi Tom Waits diye sürekli Rain Dogs ve The Black Rider dinleyenlere ısrarla tavsiye olunur.
Çarşamba, Kasım 08, 2006
Almodóvar'ın Dönüş'ü
Bir önceki filmi, Kötü Eğitim'den, Allah varya çok haz etmemiştim. Ama Dönüş filmi Almodóvar'ın dönüşü gibi geldi bana. Konuş Onunla'da, Kika'da, Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar'daki gibi. Gene kadın hikayesi anlatıyor. Gene kadınlar birbirinden renkli. Gene tüm yeteneği ile bize sapkınlıkların, ki bu sefer bayağı ağır bir sapkınlığı, ensesti işliyor, insana dair olduğunu anlatıyor. Yormadan, üzmeden. Almodóvar severlerin kaçırmaması gereken bir film.
Salı, Kasım 07, 2006
Bass gitar çalan Umut
Evet, bas gitar maceram sürüyor. Çoğunlukla evde kendi kendime oynuyorum oyuncağımla. Nadiren de birimizin evinde buluşup çalıyoruz. Pazar günü Melih'deydik. Anıl, gene klasik repliğini söyleyip "Fotografçı üşenmez!" deyip işe koyuldu. Biz çalarken o kurdu tripodunu, bir sürü fotografımız çekti. Buyrun bir tanesi.
Pazartesi, Kasım 06, 2006
Ecevit, toprağın bol olsun...
Perşembe, Kasım 02, 2006
Tim Brown'un portfolyosu
Fotograflar, filmler ve grafik tasarım işlerinden oluşan güzel bir portfolyo. Meraklılarına önerilir...
http://www.tabrown.co.uk/
http://www.tabrown.co.uk/
Pazartesi, Ekim 30, 2006
Bir özportre olarak İklimler
Her zamanki gibi yavaş ilerliyor hikayesi Nuri Bilge'nin. Öyle uzun uzadıya anlatılacak da bir öykü değil işlenen. Gene hikaye değil anlatımı, anlatırken kullandığı görsel dil büyüledi beni. Nuri Bilge fotografı çok iyi biliyor. Bir fotograf sergisi gezer gibi izliyorsunuz filmi de. Görsel bir şölen. Kendi oynamasa daha iyi mi olurmuş? Bilmiyorum. Ben rahatsız olmadım. Alıcılarımı (algımı) "Adam özportre çekmiş" kanalına ayarlayıp, sonra da alıcımın ayarı ile çok oynamadım. Seyredilsin diyorum son olarak, keyif alınacaktır illa ki de bir yerinde.
Pazar, Ekim 29, 2006
Bir fotografçı olarak Nuri Bilge Ceylan
Uzun bir bayram tatili (çalışma kampı) sonunda henüz eve girmiştim. Kahvaltımı hazırlarken bilgisayarıda açıp müzik yapmak niyetindeydim. Diler laf attı. Hoş geldin, buyur sana seveceğin bir link deyip Nuri Bilge'nin fotograflarının olduğu linki yolladı.
http://www.nuribilgeceylan.com/photography.php?mid=1
Geleri kısmında iki sergi var. Eskiler, çok görkemli fotograflar, bir o kadar da hüzünlüler. Yeniler "Cinemascope Turkey", yukarıdaki fotografın da parçası olduğu çalışma çok ama çok güzel.
Bu günlerde ülkemiz fotografının ileri gelenleri anladığım kadarı ile panorimik fotografın anlatım gücünü kullanarak ürünler yaratmaya karar verdiler. Arif Aşçı, ki kendisini de özellikle Bahtabakan çalışması ile tanır severiz, İstanbul Panoroma isimli bir proje üstünde çalışıyor. İlgili linlerden onun çalışmalarına da ulaşabilirsiniz.
Not: Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun.
http://www.nuribilgeceylan.com/photography.php?mid=1
Geleri kısmında iki sergi var. Eskiler, çok görkemli fotograflar, bir o kadar da hüzünlüler. Yeniler "Cinemascope Turkey", yukarıdaki fotografın da parçası olduğu çalışma çok ama çok güzel.
Bu günlerde ülkemiz fotografının ileri gelenleri anladığım kadarı ile panorimik fotografın anlatım gücünü kullanarak ürünler yaratmaya karar verdiler. Arif Aşçı, ki kendisini de özellikle Bahtabakan çalışması ile tanır severiz, İstanbul Panoroma isimli bir proje üstünde çalışıyor. İlgili linlerden onun çalışmalarına da ulaşabilirsiniz.
Not: Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun.
Cuma, Ekim 27, 2006
Durak Ailesi'nin Notları veya Wordpress'e Giriş
http://durakailesi.com/blog/
Wordpress ile blog yayıncılığına ilk adım. Kendi blogumu kendim yönetmek ne zamandır aklımda olan bir fikir. Ama bir türlü gözüm yemiyor, korkuyordum. Neyse önce bir başka blog ile denemeli deyip durakailesi.com'a Wordpress kurdum ve bir blog açtım. Eğer bu Wordpress teknolojisini orada çözersem, bakarsınız umut'un günlüğünü'de kendim yönetmeye başlarım.
Wordpress ile blog yayıncılığına ilk adım. Kendi blogumu kendim yönetmek ne zamandır aklımda olan bir fikir. Ama bir türlü gözüm yemiyor, korkuyordum. Neyse önce bir başka blog ile denemeli deyip durakailesi.com'a Wordpress kurdum ve bir blog açtım. Eğer bu Wordpress teknolojisini orada çözersem, bakarsınız umut'un günlüğünü'de kendim yönetmeye başlarım.
The Beiderbecke Affair
The Beiderbecke Affair
"The Beiderbecke Affair is a weblog that concerns itself with things literary while also indulging its proprietor's rather unrelated interests in the early jazz musician Bix Beiderbecke and Korean culture, history, and politics."
Ağustos ayında yayın hayatını son vermiş bir bir blog. Ama hep tasarımı hem içeriği ile göz atmaya değer.
"The Beiderbecke Affair is a weblog that concerns itself with things literary while also indulging its proprietor's rather unrelated interests in the early jazz musician Bix Beiderbecke and Korean culture, history, and politics."
Ağustos ayında yayın hayatını son vermiş bir bir blog. Ama hep tasarımı hem içeriği ile göz atmaya değer.
Pazar, Ekim 22, 2006
Hokkabaz veya Cem Abim Amelie olmuş...
Sahne gözümün önüne gelir gibi, Cem Yılmaz toplamış arkadaşlarını anlatıyor. "Ya abi şöyle yerli bir Amelie çeksek, olur mu be, olur niye olmasın" Olmuş. Hem de çok güzel olmuş. Yanlış anlaşılmasın filmi kötülüyor veya taklit gibi görüyor değilim. Amelie havası yok mu, hayır, var filmde ama gene de her şeyi ile Cem Yılmaz'ın eseri olduğu belli. Mazhar her daim gönüllerin fatihi, Özlem ablamız da yakışmış. Sarkan hiç bir yeri yok filmin. Gidilsin, izlensin, eğlenilsin.
Bir başkadır Metro Turizm ile seyahat...
Sabah 5:50 idi uyandık. Cuma gecesi Asmalı Mescit'de şahane bir yemek ile başlayan Beyoğlu keyfimizin gece yarısını çok geçe Babylon'da sona ermesi sebebi ile sabahın o saatinde damarlarımızdaki alkol oranı daha normale de dönmemişti. Alelacele çıktık evden. Metro'nun Mecidiyeköy'deki şubesine vardığımızda kuzen ile kahkahalarımızı tutamadık. Bizim de içinde olduğumuz bir grup sefil kepenkleri kapalı bir Metro Turizm şubesi önünde bekliyordu. Neyi mi? Tabi ki Godot'u.
İlginçtir Godot 50NC minübüs kılığında geldi. Vara vara vardık Metro Turizmin Alibeyköy'deki muhteşem terminaline. Terminalde aynı anda 10 otobüs gelmekte ve gitmekte. Bilet satan gencoğlan derdetme abi ben anons yapıyorum kalkan otobüsleri diyip beni sakinleştiriyor fakat nedendir bilinmez son 20 dakkadır hiç anons yapmamış durumda. Ensonunda terminalin içindeki büfeci anonscuya ses ediyor, "Hacı, geldi Bursa". Ardından Atatürk Havalimanını aratmayacak bir anons. 180 Sefer sayılı Bursa Balıkesir İzmir otobüsü peronumuzda harekete hazırdır. Biz gene bir guruh içinde kapıya yönelip, bir an önce otobüse binmek için birbirine çelmeler takan, omuzlar atan bir güruh olarak kendimizi peronlara atıyoruz. Onca insandan hiç biri 180 sayılı otobüsü bulamıyor. Sonra karşında bir adam bağırarak geliyor. Yanlış anons, yanlış anons.
Neyse ilerleyen yarım saatte biz bir şekilde otobüse atıyoruz kendimiz pek sevinçliyiz. En arka sıra olması, benim koltuğumun kırık olması umrumuzda değil. Otobüsteyiz ya, gerisi bir şekilde.
Bursa'ya kadar kah uyuya kah konuşa geliyoruz. Bu arada hostesimiz önümüzdekei genç kıza suratındaki svilceleri geçirmek için pet şişelere doldurup evine götürebileceği deniz suyunu kullanmasının çok faydalı olacağını, tamamen kurtulmanın ise 11 gün bal kullanarak mümkün olabileceğini anlatırken, biz tüm arka mahalle sakinleri kulak kesiliyoruz. Kız ise hostese rezil ettin beni, benim suratım o kadar sivilceli mi der gibi bakıyor. Biz mahalle sakinleri de o anda kızın o kadar da sivilceli olmadığını homurdanıyoruz. Derken hostes kızımız bir bomba daha patlatıyor. Ben cilt doktorluğu okuyorum. Tamam güzel ablacım diyip onu ön mahalleye doğru yollarken biz arkada artık kahkahalarımıza hakim olamıyoruz.
Bursa'da garajda "Bursa'dan sonra devam edecek yolcular otobüsün etrafından ayrılmasınlar, otobüsümüz hareket halindedir." anonsu ile mola veriliyor. Tam dışarda iki gram oksijen soluyup, buraya kadar geldik artık olmadı peder beyleri çağırırız gelir alırlar bizi Bursa'dan sohbeti yaparken, otobüsün şöför süitinden (arka kapıda merdivenlerin solundaki daire) önce iki ayak çıktı sonra da ayakkabılar fırlıyor. Yeni şöfürümüz dünyaya gözlerini açıyor. Amcanın yüzü biraz kırmızı ama biz olayı kavramaktan çok uzaktayız. Otobüsümüz yeniden, aslında hiç ara vermediği hareketine devam etmek için silkiniyor, fakat daha garaj kapısına yeni varmıştık ki, baktık bizim şöför polise üflüyor. Amcam bizden daha sağlam içtiği için bir önceki gece bünye alkolü daha atamamış herhalde. Bu arada Bursa'da arka beşliye yeni katılan köykü dayım, ayakkabılarını çıkarmış, bacak bacak üstüne atmış, meslerini burnuma sokmakta. Kendisi, meslerini her abdest aldığında ıslak elleri ile sıvazlandğı için bunda bir sakınca görmüyor. Ben zaten haşa, zibidinin tekiyim, ne haddime. Derken amcam beklemeye daha fazla dayanamıyor. "Siktirsin keraneci, madem içecek hangi zıkkımı, ne oturuyo direksiyona" diye basıyor küfrü. Biz Utku ile"Keraneci" lafına kopuyoruz, ama kahkaya atmak ne mümkün. İnsanlar bekmeketen sıkılmış ve gerilmiş durumdalar zira şöförümüz yarım saattir polis ile tartışarak alkol seviyesinin makul bir düzeye düşmesi için zamana oynuyor. Derken bizim cilt doktoru hostesimiz küt düşüyor. Bayılıyor. Amcam, güzel amcam durur mu, hemen durumu bize özetliyor. "Bu karı milleti böyledir, hırslandı ya, hırsından bayıldı galdı gız...". Zar zor yeni bir kadro ile yola çıkıyoruz Bursa garajından, mucizevi bir şekilde yarım saat sonra garajda indirilen şöför ve bayılan hostes de otobüse yeniden biniyorlar ama biz artık soru sormaktan yorulduğumuz için evimize varmak istiyoruz. Dokuz saatte sona eriyor Metro Turizm maceramız. Nice maceralar diyoruz. Bu bu arada efenim nice bayramlara...
İlginçtir Godot 50NC minübüs kılığında geldi. Vara vara vardık Metro Turizmin Alibeyköy'deki muhteşem terminaline. Terminalde aynı anda 10 otobüs gelmekte ve gitmekte. Bilet satan gencoğlan derdetme abi ben anons yapıyorum kalkan otobüsleri diyip beni sakinleştiriyor fakat nedendir bilinmez son 20 dakkadır hiç anons yapmamış durumda. Ensonunda terminalin içindeki büfeci anonscuya ses ediyor, "Hacı, geldi Bursa". Ardından Atatürk Havalimanını aratmayacak bir anons. 180 Sefer sayılı Bursa Balıkesir İzmir otobüsü peronumuzda harekete hazırdır. Biz gene bir guruh içinde kapıya yönelip, bir an önce otobüse binmek için birbirine çelmeler takan, omuzlar atan bir güruh olarak kendimizi peronlara atıyoruz. Onca insandan hiç biri 180 sayılı otobüsü bulamıyor. Sonra karşında bir adam bağırarak geliyor. Yanlış anons, yanlış anons.
Neyse ilerleyen yarım saatte biz bir şekilde otobüse atıyoruz kendimiz pek sevinçliyiz. En arka sıra olması, benim koltuğumun kırık olması umrumuzda değil. Otobüsteyiz ya, gerisi bir şekilde.
Bursa'ya kadar kah uyuya kah konuşa geliyoruz. Bu arada hostesimiz önümüzdekei genç kıza suratındaki svilceleri geçirmek için pet şişelere doldurup evine götürebileceği deniz suyunu kullanmasının çok faydalı olacağını, tamamen kurtulmanın ise 11 gün bal kullanarak mümkün olabileceğini anlatırken, biz tüm arka mahalle sakinleri kulak kesiliyoruz. Kız ise hostese rezil ettin beni, benim suratım o kadar sivilceli mi der gibi bakıyor. Biz mahalle sakinleri de o anda kızın o kadar da sivilceli olmadığını homurdanıyoruz. Derken hostes kızımız bir bomba daha patlatıyor. Ben cilt doktorluğu okuyorum. Tamam güzel ablacım diyip onu ön mahalleye doğru yollarken biz arkada artık kahkahalarımıza hakim olamıyoruz.
Bursa'da garajda "Bursa'dan sonra devam edecek yolcular otobüsün etrafından ayrılmasınlar, otobüsümüz hareket halindedir." anonsu ile mola veriliyor. Tam dışarda iki gram oksijen soluyup, buraya kadar geldik artık olmadı peder beyleri çağırırız gelir alırlar bizi Bursa'dan sohbeti yaparken, otobüsün şöför süitinden (arka kapıda merdivenlerin solundaki daire) önce iki ayak çıktı sonra da ayakkabılar fırlıyor. Yeni şöfürümüz dünyaya gözlerini açıyor. Amcanın yüzü biraz kırmızı ama biz olayı kavramaktan çok uzaktayız. Otobüsümüz yeniden, aslında hiç ara vermediği hareketine devam etmek için silkiniyor, fakat daha garaj kapısına yeni varmıştık ki, baktık bizim şöför polise üflüyor. Amcam bizden daha sağlam içtiği için bir önceki gece bünye alkolü daha atamamış herhalde. Bu arada Bursa'da arka beşliye yeni katılan köykü dayım, ayakkabılarını çıkarmış, bacak bacak üstüne atmış, meslerini burnuma sokmakta. Kendisi, meslerini her abdest aldığında ıslak elleri ile sıvazlandğı için bunda bir sakınca görmüyor. Ben zaten haşa, zibidinin tekiyim, ne haddime. Derken amcam beklemeye daha fazla dayanamıyor. "Siktirsin keraneci, madem içecek hangi zıkkımı, ne oturuyo direksiyona" diye basıyor küfrü. Biz Utku ile"Keraneci" lafına kopuyoruz, ama kahkaya atmak ne mümkün. İnsanlar bekmeketen sıkılmış ve gerilmiş durumdalar zira şöförümüz yarım saattir polis ile tartışarak alkol seviyesinin makul bir düzeye düşmesi için zamana oynuyor. Derken bizim cilt doktoru hostesimiz küt düşüyor. Bayılıyor. Amcam, güzel amcam durur mu, hemen durumu bize özetliyor. "Bu karı milleti böyledir, hırslandı ya, hırsından bayıldı galdı gız...". Zar zor yeni bir kadro ile yola çıkıyoruz Bursa garajından, mucizevi bir şekilde yarım saat sonra garajda indirilen şöför ve bayılan hostes de otobüse yeniden biniyorlar ama biz artık soru sormaktan yorulduğumuz için evimize varmak istiyoruz. Dokuz saatte sona eriyor Metro Turizm maceramız. Nice maceralar diyoruz. Bu bu arada efenim nice bayramlara...
Cumartesi, Ekim 14, 2006
Tahirle Zühre Meselesi
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Nazım H.Ran
Salı, Ekim 10, 2006
Life, Love and the Blues
Etta James. 14 yaşında bir annenin gayrımeşru çocuğu olarak dünyaya gelmiş diye başlıyor wikipedia'daki hayat hikayesi. Bir düzüneden fazla albüm yapmış bir vokal. Caz vokal diyemiyorum çünkü bazen caz vokal, bazen bir blues kraliçesi, bazen bir soul şarkıcısı. Güzel ama çok güzel bir ses rengi var. Ben Life, Love and the Blues albumü ile keşfettim. Özellikle albüme ismini veren şarkıyı çok beğendim. Meraklılarına tavsiye olunur.
Pazartesi, Ekim 09, 2006
Veronika'nın Çifte Yaşamı
Film'in ortasında "Ben bu filmi daha önce görmüştüm" dedim kendi kendime. Film bittiğinde ise, evet, evet ben geçen sefer de anlamamıştım bu filmi diye homurdanıyordum. Neyse geldim biraz okudum film hakkında. Film üstüne metafizik okumalar var. Ben pek haz etmedim onlardan. En çok New Yorker'da yayınlalan makaleyi beğendim. Filme Doğu Avrupanın dağılıp Batı Avrupa ile yeni bir Avrupa yaratması süreci olarak bakıldığında, evet benim izlerken anlamadığım bir çok imge yerine oturuyor. Lafı uzatmama çok gerek yok. Amacım filmi seyredenlere, seyeredeceklere film üzerine bulduğum makaleyi işaret etmekti. Burda anlatacaklarım onun tekrarı olacak.
Pazar, Ekim 08, 2006
Deniz kokusu...
Deniz kokusu getiriyorumGüneş kavurmuş tenimi
Bir sevişme sonrası gibi
Neden umursamaz ve yalınım
Hiç bilemiyorum
Yarım gün uzakta ankara
Sokaklarında puslu kentliği oynamak için
Yine gazeteleri okumak
Yine gece bıkkınlığı
Yine sabah telaşlarına
Alışmak için
Deniz kokusu getiriyorum...
Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok'un Çekirdek Sanatevi Resitallerinden
Music is art!
Müzik bloglarını keşfediyorum. Buyrun tasarımı ve içereği ile çok keyifli bir müzik blogu.
http://musicisart.blogspot.com/
http://musicisart.blogspot.com/
Salı, Ekim 03, 2006
Hard Candy
En az Haneke kadar rahatsız edici. Avcısından öç alan bir av hikayesi. Çocuklara karşı düşkünlüğü -pedofili- olan bir fotografçı, internetten bulduğu 14 yaşında bir genç kız tarafından ölüme sürükleniyor. Çekimler muhteşem. Hareketli kamera çok güzel kullanılmış, efektler çok yakışmış. Adamın stüdyosunda geçen planlarda nötr stüdyo ortamı çok anlamlı kullanılmış. Suçluyu film sonuna kadar yargılayamıyorsunuz. Adelet duygunuzu her an kaybediyorsunuz. Tadında bir gerilim var. Sürekli diken üstünde karar vermeye çalışıp filmi bitiriyorsunuz. Sonuç mu? Bağımsız sinemayı seviyoruz.
Pazar, Ekim 01, 2006
Radyo Günleri
Shakespeare'in cevabı
Pazar, Eylül 24, 2006
Bir makalenin daha ilk taslağı hazır...
Cumartesi, Eylül 23, 2006
Çavdar Ekmeği veya Alman Ekmeği
Akşamdan biliyordum ya aymazlık yaptım da gidip almadım işte. Sabah uyandığımda evde ekmek yoktu. Daha yüzümü doğru düzgün yıkamadan, yarı uyur yarı uyanık yollandım Tansaş'a. Ekmek standının önünde onu mu alsam bunu mu diye alık alık bakarken birden gözüme Delba marka Alman ekmeği ve Wasa marka Alman gevreği ilişti. Çok bir haberim yoktu bunların varlığından Almanya'ya gitmeden önce. Orda otelde bol bol tüketmiştim ikisinden de severek. Alman ekmeği dediğim çok yoğun ve lezzetli bir esmer ekmekti. Ordayken yok efendim bu ne ekmeğidir diye merak etmemiştir. Gevrek de namı diğer Alman gevreği, bir gevreğe göre oldukça lezzetliydi. Neyse efendim lafı uzatmayayım. Biraz önce aldım ikisinden de. İkisi de çavdardan yapılıyormuş. Şimdiye kadar bilip, yiyenlere, beni niye bu konuda aydınlatmadınız diye kızmak, bilmeyip, yeni tadlara açık olanlara da tavsiye etmek istiyorum. Tansaş'larda var. Deneyiniz.
Pazar, Eylül 17, 2006
Doğu Almanya mı?
Almanya'ya kadar gitmiş iken Berlin görülmeli diye düştük yollara Cumartesi. Yemekli vagonda geçen bir yolculuk sonrasında öğleye doğru vardık Berlin'e. Hiç şimdiye kadar gezi otubüslerine binmemiştim. Hatta insanları da anlayamazdım. Alın bir harita elinize gezin kardeğim şehri. Ne o öyle otobüsün üstünde şehir mi gezilir derdim. Baktık ki gezilecek çok yer var, sadece bir günümüz var, onun da yarısını yolda yemişiz, attık kendimiz bir gezi otobüsüne. Çok başarılı bir yöntemmiş bu. Gezi otubüsü gezdirdi. Biz sevdiğimiz yerleri belirledik. Sonra da inip oraları yayan gezdik. Az zamanda büyük bir şehirden en çok keyfi almak isteyenlere önerilir.
Evet, yayan gezerken ilk yaptığımız, duvara gidip, bir ayağımız Doğu Almanya, bir ayağımız Batı Almanya'da fotograf çektirmek oldu. Berlin sürekli küllerinden doğan bir şehir hissi verdi bana. Tarihi Berlin, modern Berlin, 2. dünya savaşında önce ve sonra olmak üzere, duvarın yıkılmasında sonra inşa edilen Berlin. Bir çok çehresi vardı kentin. Bir çok mimari dokuyu görüyorsunuz bölge bölge.
Herkes için öyle midir bilemem ama bana en ilgi çekici gelen yanı gene duvar oldu. Duvar ile bölünmüş bir kentteki yaşamı hayal etmeye çalıştım hep. 2. dünya savaşında iki tarafın da bombaladığı bir kentten, iki tarafta yeniden kurulan bir Berlin, birleşip yeni bir Berlin oluşturmuş.
İlk kez eski doğu bloku ülkelerinden birinde bulundum. Bu da bir başka keyfi oldu gezinin. Evet eskiden burası Doğu Almanya idi. Soğuk savaş diye bir şey vardı diyip durdum kendime.
Evet, yayan gezerken ilk yaptığımız, duvara gidip, bir ayağımız Doğu Almanya, bir ayağımız Batı Almanya'da fotograf çektirmek oldu. Berlin sürekli küllerinden doğan bir şehir hissi verdi bana. Tarihi Berlin, modern Berlin, 2. dünya savaşında önce ve sonra olmak üzere, duvarın yıkılmasında sonra inşa edilen Berlin. Bir çok çehresi vardı kentin. Bir çok mimari dokuyu görüyorsunuz bölge bölge.
Herkes için öyle midir bilemem ama bana en ilgi çekici gelen yanı gene duvar oldu. Duvar ile bölünmüş bir kentteki yaşamı hayal etmeye çalıştım hep. 2. dünya savaşında iki tarafın da bombaladığı bir kentten, iki tarafta yeniden kurulan bir Berlin, birleşip yeni bir Berlin oluşturmuş.
İlk kez eski doğu bloku ülkelerinden birinde bulundum. Bu da bir başka keyfi oldu gezinin. Evet eskiden burası Doğu Almanya idi. Soğuk savaş diye bir şey vardı diyip durdum kendime.
Ich bin Hamburger!
On gün süren Hamburg seyahatinden nedir kalan diye düşünmeye başlayınca ilk aklıma gelen fotografta gördüğünüz ALEX isimli mekan olduğunu farkettim. Akşama kadar süren yorucu toplantılar sonrasında Türk ekibi olarak ALEX'de buluşuldu. Ayaklar Elbe nehrine doğru uzatılıp yemekler yenildi, biralar içildi, keyifli sohbetler edildi. İlk hafta hepimizde nasıl bir yer bu Hamburg merakı vardı. Orası senin burası benim Hamburg'un keşfine çıkıldı. St. Pauli'den, limana, tren istasyonuna, farklı yerlere takıldık. Son kararımız hepsini gördükten sonra ALEX oldu. Son 3-4 gün aynı mekanda oturunca, "Ich bin Hamburger" (Hamburg'luyum) hissetmeye başlamıştık.
Hamburg gezintileri sırasında en çok "Hafen City" (liman kenti) denen yeri beğendim. Eski zamanlarda binaların arasındaki kanallara gemiler yanaşır mal yüklerlermiş. Çok katlı binlar ve aralarındaki kanallarla şimdilerde sessizliğe terkedilmiş.
Hamburg gezintileri sırasında en çok "Hafen City" (liman kenti) denen yeri beğendim. Eski zamanlarda binaların arasındaki kanallara gemiler yanaşır mal yüklerlermiş. Çok katlı binlar ve aralarındaki kanallarla şimdilerde sessizliğe terkedilmiş.
Perşembe, Ağustos 31, 2006
Safranbolu - Amasra Gezi Notları
Evet bu aralar bir gezentilik durumum var. Blogum da bir gezi blogu olarak kariyerinde ilerlemekte. Ama elden ne gelir. Yaz, her fırsatta kaçmak lazım Ankara'dan. 30 Ağustos da böyle bir fırsattı. Son iki üç senedir gitmediğim Safranbolu Amasra tarafını dolandım da geldim. Safranbolu'da arasta'daki kahvede kahvaltı sonrası çayımı içip gazete keyfi yaparken, bir yandan çarşı esnafının dükkan açmalarını izledim. Safranbolu Amasra arasındaki pek güzel kara yolunda çınarların arasında araba kullandım. Amasra'da tekne turu yaptım (Not: Datça'dan sonra Karadeniz yalan.). Çınar'da oturup barbun yedim. Eh bu kadar da yeter diyip dönüp geldim.
Yeri gelmişken. Pazar günü de Hamburg'a uçuyorum. 10 günlük bir iş gezisi. Hamburg maceralarım burda, bu blogda, çok yakında... :)
Yeri gelmişken. Pazar günü de Hamburg'a uçuyorum. 10 günlük bir iş gezisi. Hamburg maceralarım burda, bu blogda, çok yakında... :)
Pazar, Ağustos 27, 2006
Emekli öğretmenimin sözlerine kulak verin...
... Sonra,” Ey Özgürlük !” “Aldırma gönül” ,“Sivastopol”, “Türkiyem” “Memleketim” nağmeleriyle, üzüm, arpa, ahlat sularıyla göklere yüksel. Demokratiklik adına kitle örgütlenmesi yolunda; kös kös otur, en sivri dille eleştir. Kır dök. Daha sonra bu siyasetle olmuyor. Bu liderle olmuyor, o liderle olmuyor. Haydi sende gel katıl. Yok ben şimdi almayayım. Gazım var. ...
... Tarım üreticilerinde durum:Karadeniz bölgesinde fındık kurdu türedi. Fındıklar Ankara sokaklarına sığındı. Ege ve marmara da; Zeytin sineği çoğalmış, ben, Dikili, Ayvalık, Gömeç, Burhaniye ve Edremit basın organlarının yalancısıyım. Fındıklar sığınacak yer buldular, Zeytin sinekleri nereye sığınacak merak ediyorum...
...Halk söylemiyle niyetler;” kabak gibi” ortada. Ulus Devlet yerine; Etnik, dini ve bölgesel ayrım temelinde küçük küçük yönetilebilir devletçikler yaratmak olduğu ortadadır. Özgürlük kahramanlarına kol kanat geren, besleyip büyütenler tanrı Dağlarıyla, Hira Dağı arasında sıkışıp kalmışlardır...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)