Pazar, Aralık 28, 2008

Çocuklar için "Sol"

Bizim yaşımızdakiler için Cumhuriyet okumak pek de "moda" sayılmaz. Okuyan da yok denecek kadar azdır. O nedenle, bu gün gazetede çıkan, okumaktan çok keyif aldığım Işıl Özgentürk'ün yazısını paylaşmak istiyorum. Işıl teyzenin, yazısını buraya koyduğum için bana kızmayacağını umuyorum.
Küçük çocuk annesine sordu: “Sol ne demek?” Anne bir süre düşündükten sonra yanıtladı: “Sol, sokakta seksek oynamak demek; korkudan öleyazsan da lunaparkta zincirli sandalyeye binmek demek; gece yatağından gökyüzünü izleyip gözüne kestirdiğin bir yıldızla sır paylaşmak demek; küçük fokları gaddarca öldüren fok katillerini hiç unutmamak ve kürk giymiş bir bayanın üstüne ‘Yaşasın foklar’ diyerek kalıcı boya atmak demek; yunusların bazen bir insan olduğunu düşünmek ve onların o muhteşem özgürlüklerini kıskanmak demek; Afrika’da bir ay sonra 700 bin yaşıtın çocuğun susuzluktan öleceğini öğrenip kumbaradaki parayı koşarak acil yardım kurumlarına götürmek ve bundan böyle diş fırçalarken musluğu kapalı tutmak demek; yemeğini bitirip geri kalanını üşenmeden bir torbaya koyup en yakın havyan barınağına götürmek demek; köpeğini gezdirirken bir poşete onun bıraktıklarını almak ve çöp kutusuna atmak demek. Kesilen her ağaç, yanan her orman için ne yapıp edip mutlaka ve mutlaka ağaç dikmek demek.. kimselerin ‘Bu orada ne yapıyor’ demesine aldırmadan insanların kumsalda bıraktığı çöpleri toplamak demek; çok meraklı olmak demek; şu yaşadığımız dünyada kaç dil konuşuluyor, farklı kaç renk insan var, neden Çinliler sütle yapılmış yiyecekleri yiyemezler.. güney ve kuzey kutbuna kaç kişi gitmiştir? Onların bu yolculuklarda başına neler gelmiştir? Şu bizim oturduğumuz kentin kaç kapısı var, şu bizim oturduğumuz kentte kaç müze var? Yazıyı ilk bulan kavim Sümerler’in kaç tanrısı varmış, Hititler’in kaç tanrısı, Hint mitolojisiyle, Yunan mitolojisindeki tanrılar birbirine ne kadar benzer? Güçlülerin tanrısı Apollon’un da, Hint tanrılarından en sevilen insan başlı fil tanrı Gadeş’in de yardımcıları neden faredir? Bir karınca bir kilometreyi ne kadar zamanda alır, sesten hızlı giden uçakların hızı saatte kaç kilometredir? Neden erik ağaçları erken açar? Dünyada kaç çeşit kurbağa vardır, insanın en yakın akrabası gerçekten su sineği midir? Freud neden herkesin bildiği bir bilim adamıdır? Karpuz neden soğuk suya bırakılır, dünyada parfüm yapılan kaç çeşit çiçek vardır, çöllerde kum fırtınaları neden hâlâ insanların korktuğu bir doğa olayıdır, kırlık alanlarda neden ay ve yıldızlar daha parlaktır? Aşk nedir, bu neden başımıza gelir, kalbimiz sık sık neden kırılır, vicdan nedir, neden yalan söylerken yüzümüz kızarır...”

Küçük çocuk “Anne dur biraz” dedi, “kafam karıştı.” “Elbette karışacak” dedi annesi, “dünyanın en zor sorusunu sordun, devamı var. Sol demek, her yaptığın işin neye yarayacağını bilmek demek; okuduğun her kitabı, denizlerin tuzunu, göklerin mavisini iyi bilmek demek; bir ormanda pusula olmadan Kutupyıldızı’na bakıp yolunu bulmak demek; herkes birinin karşısında mum gibi dururken, kendin gibi durmak demek.. geceden ölesiye korkmak, ama geceyi sevmek demek; gün batımlarını sevmek demek, ormandaki tüm sesleri sevmek demektir.. kendin için dans etmek demek, ağız dolusu gülmek demek, her yenilgiden sonra şöyle bir silkinip kendi küllerinden yeniden doğmak demek...”

Küçük çocuk birden bağırdı: “Şimdi anladım” dedi, “sol demek hiç durmadan düş kurmak demek!”
Işıl Özgentürk, Cumhuriyet, 28 Aralık 2008.

Cumartesi, Aralık 06, 2008

Orda mı burda mı derken...

Gazi Osman Paşada oturmalı, yok yok Çankaya daha güzel olur. Dikmen vadisinden bir daire denk gelse çok şahane olmaz mı? Çiğdem benim favorim. Çayyoluna mı gitmeli, Ezgi'ler de oraya taşındı. Cancazım ben mahallede oturmak istiyorum. Düz bir yer olsun. Bahçeli olmaz mı? Ama ev illaki bakımlı olmalı. Bir kaç aydır, Rabişimle düşünüp konuşup duruyorduk. Bir gün oraya, birgün buraya kara veriyorduk. Havanda pek güzel su dövüyorduk. Bugün Rabişimin Sincan'daki çocuk teslimi sonrasında Bahçeli keyfi yaptık. Kahvaltı üstüne Mango Outlet. Arabaya dönerken 7nin hemen arkasında, 30. sokakta bir kiralık gözümüze çarptı. Emlakçıda hemen karşısında çıkınca, adım bir adım daha mı diyordum bir önceki yazımda, evet, çok heyecanlı bir ilk adım attık. Uzunca bir sürecin, evimizi, birlikte yaşayacağımız yaratma sürecinin ilk adımını attık. Evet, evet, eve baktık. Bir ev kesmedi sonra 1. Cadde üzerinde bir ev daha baktık. Başlıyoruz. Düğüne kadar "Koştur, Durma!". 

Pazartesi, Aralık 01, 2008

Bir adım, bir adım daha...

Bir adım, bir adım daha, sonra bir adım daha yaşıyoruz hayatı. Memlekette erkeğin hayatında hep konuşulup durulan, en çok bahsi geçen, her şeye engel denen, gidip gelsem de diye başlayan cümlelere konu olan askerliğim bitti. Çok şanslıydım. Çok güzel bir askerlik yaptım. En çok istediğim yerde, çok sağlam bir ekiple, sevdiğim işi yaparak bu süreci tamamladım. Evet rahatlamadım desem yalan olur. Hayatımdaki en büyük belirsizlik artık yok. Ama hüzün de var yanı başında. Çok sevmiştim Eskişehir'i. Eskişehir'de yaşamayı. Askerde olmanın verdiği o iş yeri sorumlulukları ve sıkıntılarından uzak, ekonomik olarak her şeyin mübah olduğu güzel zamanları özleyeceğim. Öyle, yukarıdaki Nuri Bilge fotoğrafındaki gibi bakıyorum camdan dışarıya. Bir adım, bir adım daha, hayat devam edecek. Eski projeler, yeni projeler, koşturmalar, yetişmeler, kaçırmalar, bağırış çığırış bir hayat. Yeniden merhaba. Dursak iyi aslında ama, durulmuyor...

Cumartesi, Kasım 22, 2008

Çağan Irmak'ı seviyoruz

Dün Issız Adam'ı seyrettik. Açıkçası çok hazırlık yapmamıştık filme. Rabişle hafta başından bu yana Ferzan Özpetek'in filmine gitmeyi planlarken, bir anda bu filmi kaçırdığımızı farkedince, rotayı Çağan Irmak'ın filmine çevirdik. Filmi çok beğendik. Herşey yerli yerindeydi. Oyunculuk, hikaye, planlar, müzikler, hepsi özenle seçilmiş, kurgulanmış.  Çağan Irmak bu sefer Ferzan Özpetek gibi, şehri, şehir hayatını çekmiş. Şehirli olanın köklerine yabancılaşmasını, kendine yabancılaşmasını, insana yabancılaşmasını bir aşk hikayesine yedirmiş. Seyredilesi bir film çıkmış ortaya. Tavsiye ederim.

Çarşamba, Kasım 19, 2008

Romantik mühendislik

Romantik, TDK'nın tanımı ile "davranışlarında duygu ve coşkunun aşırı ölçüde etkisi bulunan" demek ya romantik mühendisliği de duygu ve coşku ile yapılan mühendislik faaliyeti diyebiliriz. Bu önermeyi biraz daha irdelersek tanımı motivasyonu duygusal tatmin olan, coşku ile yapılan mühendislik diye de yapabiliriz. Devrim Arabaları da işte bu romantik mühendisliğin ülkemizdeki tarihini gözler önüne seren ilk yapıt olduğu için pek kıymetli olmuş. 1956 mezunu makina mühendisi bir senatör amcam var benim. Benzer hikayeleri ondan dinlemiştim ilk. Bir işi ilk defa yapmanın verdiği güçle ve hevesle çalışılan özveri dolu yıllar. Devrim arabalarından önceki ilk örnek, filmde de bahsi geçen teyyare fabrikalarıdır. Bilge ile Ankara Rüzgar Tüneli hakkında çalışma yaparken ilgilenme havacılık tarihimiz ile az da olsa bilgi sahibi şansı bulmuştum. Bugünlere devreden bir mühendislik mirasımız ne yazık ki olamamış. Bu film mühendislik tarihimiz ile ilgili ilk film ya umarım devamı da gelir. Bu filmdeki atıf, yönetmenin bu filmden sonra yoksa havacılık tarihimizle ilgili bir projesi mi var diye düşündürttü. Teyyare fabrikalarının hikayesi de film olmayı haketmiyor mu? Pek de güzel olur.

Ain't got nothing but the blues

Eskişehir'deki son günlerimin tadını çıkarıyorum. Akşam üstü saat 5 civarı karar verdik konsere gitmeye. İşten çıktım, ufak tefek işler vardı, onları hallettim önce. Köfteci Ali'ye uğrayıp yemeğimi yedim. Varuna'ya oturup kahve eşliğinde günün gazetelerini okurken Züleyha geldi. 6 buçukta sallana sallana vardık 222'ye. Saat 7'yi geçerken 2000 kişi doldurmuştu eski kiremit fabrikasını. Gözünü sevdiğim Eskişehir. Önce Watermelon Slim isimli şahane amca çıktı sahneye. Güneyli aksanı ile, Tom Waits'i andıran duruşu ile yatık gitarını konuşturdu. Work Songs ile başladı, mızıkalarıyla Chicago style işler çalarak kapattı programını. Ardından kocaman bir zenci teyze çıktı sahneye. Sharrie Williams kendi performansı ile göz doldururken, ben grubu Wise Guy'sın çok da hastası olmadım. O gitarcı oğlanın yerine, bizim Süleyman Bağcıoğlu'muzu koysak kat be kat şahhane olurdu kanısınayım. Son eleman, John Lee Hooker Jr. çıktıığnda biz zaten 3 saattir blues dinlemekteydik. Efsanin oğlu da rap yapacakmış fakat baba mesleğine devam etmek zorunda kalmış hissiyatı yaratınca bizde, 3. şarkısından sonra, bizden bu kadar deyip çıktık konserden. Bencileyin gecenin yıldızı Watermelon Slim'di. "Nerdesin be Birader" filmini seyredipte, müziklerine hasta olanlara ısrarla tavsiye edilir. Blues'un köklerinden bir ses.

Pazartesi, Kasım 03, 2008

Ezgi'mizi evlendirdik

Çarşamba sabahı erkenden düştük yola. Eskişehir'de Sebahat annemin muhteşem ıspanaklı gözlemeleri için bir kahvaltı molası verdikten sonra bir solukta vardık Balıkesir'e. Kaptan pilot bendeniz, hostesimiz sevdiceğim, gelinle damadı bulutların üstünde kız evine attık. Kız tarafı olmamızdan herhalde, herkes çok duygu dolu idi. Annem, teyzesi gelince, "anneanneniz yok ama bakın teyzeniz geldi" deyince, küçük teyzemle benim gözlerimizin yaşları salıverdi kendilerini. Düğün sabahı damadı berber salonuna bırakıp, kendime bir kanvas pantolon, bir gömlek aldım bir koşu. Hiç gelin abisi olmadım ki, ne bileyim her daim şık olmam gerektiğini. Şıkır şıkır gittim kuaföre, gelini ve sevdiğimi almaya bir de ne göreyim, yarım günlük kuaför mesaisi sonunda gelin ayrı güzel, yenge ayrı. Gene gözlerim doldu, kardeşimi gelinlikler içinde görünce. Akşam düğün salonu sevdiklerimle dolup taşmıştı. Sağımda solumda önümde arkamda belki yıllardır görmediğim, bana çok emekleri geçmiş hısmımız akrabamız, annemin babamın pek muhterem dostları ile dolu idi. Erol amcam, "Umut'um ölünce mi görüşeceğiz be!" deyince salondaki sevdiklerimi nasıl da özlediğimi hissettim. Bol bol oynadık, kına yaktık, aralarda kaçamak çay içmeye çıkıp özlediklerimizle çene çaldık. Ertesi sabah gelinimizi, Ezgi'mizi oğlan tarafının arabasına bindirirken, babam elinde bayrak ile indi evden aşağıya, çok güzel bir konuşma ile İbrahimim ile Ezgime bayrağı teslime ederken, bu sefer ben değil oradaki herkes ağlıyordu. Oğlan tarafının ardından, iki saat sonra biz de düştük yola. Kuzenlerim Turgay ve Didem, sağ olsunlar, bizi yalnız bırakmadılar. Vara vara vardık oğlan evine.Bu duygusal durum kızı verene kadarmış. Bilecik'te bir eğlendik ki, sormayın gitsin. Oğlan tarafı bizi el üstünde tuttular. Rabiacım, Rabiyenge'liğe terfi etti. O bir taraftan yengeliğin tadını çıkarırken biz Turgay ile oğlan tarafının adamları ile kaynaştık. Damadın sağdıcı, ODTÜ Endüstriyel Tasarım mezunu, 50 ineğe bakan, 1000 dönüm tarlaya pancar soğan eken, Tata marka pickupı ile gönüllerimi fetheden Süha ile hayvancılık işine girmek gerektiğinden başlayan, ordan Bauhaus'a uzanan sohbetler ettik. Düğün sabahı gelenleri karşılamak ile geçti. Gene bir yarım günlük kuaför mesaisinden sonra afete dönen kızları alarak konvoya katıldık. Da diri diri dit dit diye düdük çala çala vardık düğün salonuna. Bu kadar mı oynanır kuzum. Bir çuval kaşık geldi. Kaşığı alan ortaya atıyor kendini. Çiftetelli ile başlayan oyunlar davullu klarnetli hepimizi coşturdukça coşturdu. Bilecik Yeniköy'ün yaşını başını almış delikanlıları, "yörükler oynadı mı böyle oynar" diye, çöke çöke oynadılar. Biz kah katıldık coşkuya, kah kenardan, "vay be ne güzel oynuyorlar" diye iç geçirdik. Dillere destan güzellikte bir coşku ile kutladık dünyalar güzeli Ezgim ile, aslan damat İbrahim'in hayatlarını birleştirmelerini. Onlar erdi kemaline, biz çıkalım kerevetine.

Çarşamba, Ekim 15, 2008

Dağlarca'yı kaybettik

Tahta zeminine zift dökülen, duvarlarında mevsim şeridi olan, yeşil tahtasına tebeşirle yazılan, siyah önlüklü ilkokul günlerinizi anımsayın. O sıralar siz de en az bir defa okumuşsunuzdur şairin şu şiirini; Mustafa Kemal' i gördüm düşümde/Daha, diyordu./Uğruna şehit olasım geldi hemen,/Sabaha, diyordu.
Çocukluğumuzun anılarından günümüze uzanan yaşayan tarih, koça çınar devrildi. Hem de gene şiirle; Beyaz kefenler giydirmesinler,/Sızlamasın karanlığım havada./Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım,/Ki bütün azalarım hülyada.

Pazartesi, Ekim 13, 2008

Sabagöz Vadisi Yürüyüşü

Bu Pazar 2. Geleneksel Doğa Yürüşümüzü yaptık. Geçen sene Işık Dağına giden ekip bu sene de Beypazarı Sabagöz Vadisinin yolunu tuttuk. Geçen sene olduğu gibi bu sene de adam akıllı bir doğa yürüşü web sitesinin olmayışına hayıflandık. Şöyle içinde bölgeler, iller taksonomisin altında, parkurların anlatıldığı, Google Earth üstünde gösterildiği, dilenirse rotaların indirildiği. Bu rotaları yürüyenlerin fotograflarını koyabildikleri, yorularını yazabildikleri bir web sitesi olsa ne güzel olur diyip durduk. Sabagöz rotası biraz zorlu. 3.kmden sonrasın görece dik bir tırmanışta iflahınız kesiliyor. Sonra kanyonu yukarıdan seyretmeye başlıyorsunuz. Temiz ve güvenli bir rota. Biz 4 km kadar gidip geri döndük. Molalar dahil 3.5 saat kadar sürdü. Gitmeden önce Google Earth'den 11km'lik bir rota işaretlemiş ve GPS'e indirmiş olmamıza rağmen, Fatih'in bizim için hazırladığı göveç süprizi kaçırmamak için rotayı tamamlamadık.
Göveç de göveçti hani. Öyle dillere destan bir lezzetti ki, yürüyüş, doğa felan hepimiz unutuverdik bir anda. Yumulduk 10 kişilik koca gövecin üstüne. Üstüne de yorgun bünyelere ilaç niyetine bir semaver çay verdik. Ohhhh. Bu Ayaş, Beypazarı tarafına bu ay üçüncü gidişimdi. Her gittiğimde ayrı bir keyif aldım. Rabia beni alıp Ayaş'a götürdüğünden beri ayrı bir sevmeye başladım galiba Ankara'yı. Daha benim gibi mi geliyor ne?

Cumartesi, Ekim 04, 2008

Bayram tatilim

Bu yılın Ramazan bayramı etkinlikleri Balıkesir'de başladı. Bol bol geniş aile ile vakit geçirdim. Bol bol Begüm (daha bir aylık, kuzenim Gökay'ın bebeği) sevdim, amcamla ve Turgay ile araba galerilerini gezdik, benim arabamı beş defa satıp, altı defa jipten, Alfa'ya yeni arabalar için pazarlıklar yaptık. Balıkesir'in tüm cep telefoncularını dolaşıp Nokia N78 almayı başaramadık. Utku ile cep telefonuna oyun yazma projemize başladık. Derken, arife günü Eskişehir'e geri dönüp bayramın ilk günü vatani görevimi icra ettikten sonra tatilin ikinci yarısı başladı. Bilge Hollanda'dan geldi, Aslı İstanbul'dan derken 2. günün gecesi uzun sohbetler ile geçti. 3. gün bir baktım, en sevdiğimin doğduğu, büyüdüğü yere, Ayaş'a doğru sürüyorum arabamı. Büyüklerin bayramları kutlanır kutlanmaz avluda yakılmış ocağın başına üşüşüldü. Lokmalar (Ayaş'ta lokmaya "kabartlama" diyorlar bu arada) sıcak sıcak, "pek de tatlı oluyormuş, canım" diye diye mideye indirildi. Dün de cümbür cemaat Beypazarı'na gittik. Ben sabahtan çalıştım dersime. Önce Hıdırlık tepesine çıkılacak, oradan Halk Eğitim Merkezi. Yaşayan Müze, Doğa Evi illa ki ziyaret edilecek. İnözü Vadisi'nde de Dostlar tesisi varmış diye başladım kızlara anlatmaya. Fatih ile Serap da Beypazarı'ndalarmış. Onlar da katılınca bize şahane bir grup olduk. Ne, yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi, Rabia ile geçtik beyaz perdenin arkasına Karagöz-Hacivat oynatmadığımız kaldı, ne de İnözü'nde doğa yürüyüşü yapmadığımız. "Gene gelelim Beypazarı'na çok eğlenceli imiş buralar" deyip akşamın nasıl olduğunu anlamadan döndük Ankara'ya.

Çarşamba, Eylül 24, 2008

Papatyamı öldürüyorum

Biliyor musun, papatyamı öldürüyorum-hep aynı saksı içinde beslenmeden tutuyorum onu; ben varken biraz su alıyor, yokken de, kupkuru kökleriyle, öyle, güneşin altında kalıyor: verebildiği çiçekler, birer dal çıkıntısı yalnızca; yaprakları, sarı-kahverengi, yanık ve kavruk- papatyamı niye öldürüyorum, sence?
Aruoba, Tümceler

Farid Farjad Eskişehir'de

Farid Farjad'ın müziği aşkın çığlığıdır ya, o çığlık dün gece Eskişehir semalarında inledi. Hayal Kahvesinde 70 yaşındaki delikanlı Farjad'ın kemanı ile yarttığı mucizeye şahit olduk. Çok güzeldi.

Salı, Eylül 16, 2008

Polatlı Zafer Koşusu

Sabahın 7:30'und koyulduk babamla yollara. Saat 9 olmadan Polatlı'daydık. Önce Polatlı kaymakamlığı önünde federasyondan görevliler ile buluştuk. Oradan sürdük arabamızı yarışın başlayacağı mevki olan Duatepe'ye. Önce babamla Sakarya Meydan Muharebesinde geri alınan ilk mevzi olan Duatepe'yi gezdik. Sonra arabamızı koşu'nun startına çektik. Yukarıdaki fotografta da görüldüğü üzere koşu vaziyeti aldık. Koşuya 17si bayan olmak üzere 40 atlet katıldı. Kendimi atletten saymazsam 30 demek daha doğru olur. İçimizde profesyonel atletler de vardı. Silahın patlaması ile bir ekip ok gibi fırladı.Yarış 11km olarak anons edildi. Start öncesinde bu mesafeyi 1 saatte koşacağını bilen bir grup sosyelleşip beraberce koşmaya kavullaştık. Tabaca atışı ile koşu başladı. 11km boyunca 4 lü grup olarak en arkadan, önde gidenleri seyrederek yarışı sürdürdük. Son kilometre içinde yanımdaki grup da beni geride bırakınca, ben de ambulansın önünde 1:00:08'lik kişisel en iyi derecem ile yarışı sonuncu olarak tamamladım. Biraz önce baktım Avrasya Maraton'unun kayıtları açılmış. Darısı Avrasya'da koşacağım 15km'nin başına. Avrasya'da amacımız parkuru 1 saat 45 dakika civarında bitirmek. Onu da kazasız belasız bitirirsem, sigarayı bırakmama müteakip 5 Mayıstan bu yana yaptığım haftada 25-30km koştuğum antrenmanlarımın hakkını vermiş olacağım. O derece ile geçen senelerdeki sonuçlara bakarsak sonuncu da olmayacağım :) Hayırlısı.

Pazartesi, Eylül 01, 2008

Ferdi Atletizm Lisansı

Bir zamandır yaptığım düzenli koşu antremanlarını yarışlara katılarak taçlandırmak niyeti ile, Eskişehir Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'ne giderek ferdi atletizm lisansı aldım. Yok yok, dereceye girecek halim zaten yok ama bir kaç 10K yarışını bitirmek bile bana yeter, artar.. Şu an itibarı ile yarınki 2 Eylül Eskişehir Koşusu'nu kaçırıyor gibi gözüküyorum ya, darısı 13 Eylül'deki Polatlı Zafer Koşusu'na.

Cuma, Ağustos 29, 2008

İlhan Berk, toprağın bol olsun...

ilhan berk, 1918. manisa, boy: 1.70, göz: kara, renk:
buğday. bir insan. herkes gibi.
bir fotoğrafta uzun pantolonlar, uzun saçlar, uzun
kollar. bilinmez niçin?
...
sen ki ilhan berk yaşadın iyi kötü

tanıdın otları böcekleri
acıyı uzun
gördün ihtiyar avrupa'yı, çölü
yürüdün aşkların üstüne
aldın dersini
...

KÜL kitabı İlhan Berk şiirinden (kaynak)

Perşembe, Ağustos 21, 2008

Garmin Forerunner 50

Efendim Garmin Forerunner 50'im geldi. Haliyle yeni oyuncağımla çok ama çok mutluyum. Bu oyuncak, bir kol saati, bir ayakkabı cihazı, bir kalp atışı ölçme çihazı, bir de usb bağlantısından oluşuyor. Saatinizi kolunuza takıp, ayakkabı cihazınız ayakkabınızın bağcıklarına bağlayıp, kalp atışı ölçme cihazını da göğsünüze kemer gibi bağladıktan sonra başlıyorsunuz koşmaya. Döndükten sonra usb bağlantısını bilgisayarınıza takıyorsunuz, o saatinizde saklı tüm antreman verinizi bilgisayarınıza (ister lokal bir programa isterseniz de web'e) atıyor. Yukarıda dün koştuğum 10K'nın hız ve kalp atışı verisi var. Bu veriye bakarak hangi kalp atışı rejiminde ne kadar uzun süre hangi hızla koşabildiğiniz hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz. Daha sonra bu veriyi kullanarak antremanlar planlayabiliyorsunuz. Misal bir dahaki antremanımda diyebilirim ki kalbim antreman boyunca 140'ın üstünde atsın veya 9km/saat'in üstünde bir hızda koşayım; saatim de bu değerin altına indiğimde beni uyarır. Bunun yanında bir terslik olmaz ise 2 Eylül'de 10K yarışına katılacağım. Dünkü antremanda gördüm ki ben 130-150 arası bir kalp atışı ile 1 saat civarında 10km koşabiliyorum. Yarışda diyeceğim ki kalp atışımı bu aralıkta tutmak istiyorum. Yeni oyuncağım sayesinde hem yarış boyunca daha ne kadar mesafem kaldığını göreceğim hem de kontrollü bir yarış koşup kendimi boş yere heba edip yarışı yarıda bırakmak zorunda kalmayacağım. Velhasılı yeni oyuncağım pek bir maharetli.

Pazar, Ağustos 17, 2008

9.69 saniye, ama nasıl?

Olimpiyatları seyrettikçe insanın aklına aynı soru gelmiyor mu? "İyi ama nasıl?" Yüzmede yaşananları NASA'nın geliştirdiği, teknolojinin ulaştığı son nokta olan mayoya bağladık. Her ne kadar Micheal Phelps gibi son yedi senede sadece 5 gün yüzmemiş, günde 12bin kalorilik bir diyet uygulayan, dün gece itibarı ile 8 (sekiz) altın madalya kazanmış üstün insaların başarısını benim nacizane aklım bir türlü çözemiyor ama olsun, n'apalım. Ha bu yetmezmiş gibi dün adamın biri, hadi adını da söyleyeyim, Usain Bolt, güle oynaya 100m dünya rekorunu kırdı. Elemeleri seyrederken ağzım açık kalmıştı. Güzel abim, Usain, daha önce kendine ait olan 9.72'lik dereceyi, afedersiniz son elli metre pazar koşusu yapar gibi koşarak egale edivermişti. 2. ile arasında da dağlar kadar mesafe vardı. Bolt'un o yarışta yaptıklarını bir ekşisözlük yazarı, küçükken yapılan mahelle arası futbol maçlarında önde olan takımın elemanlarının golleri yerdeki topa kafa vurarak atmalarına benzetmişti. Final de farklı olmadı. Son 50m değilse de son 20-30 metrede kah ellerini yana açarak, kah göğsünü yumruklayarak, kah sağa sola poz vererek dünya rekoru kırıverdi Jamaika'nın genç panteri. Adama daha iyisini yapabileceği halde, ki tahinimce 9 elliler artık hayal değil, şımarıp yapmadığı için, bir disiplinsizik gösterisi yaptığı için kızsam mı yoksa 22 yaşında dünyayı yerinden oynattı ve daha yıllarca da oynatacak olduğu için hayran mı olsam bilemedim. Öte yandan, anladığım kadarı ile herşey nizamiydi. Ne arkadan rüzgar üfleyen bir pervane vardı, ne NASA yapımı bir mayo. Usain Puma'nın adına yaptığı ayakkabıların çok reklamını yaptı ama bu derece ayakkabı ile açıklanabilecek birşey değil tabi. E o halde nasıl be güzel kardeşlerim? Antreman teorisi/pratiği mi çok gelişti? Çocuktan alıyorsun, süpper antreman yaptırınca böyle mi oluyor? Yok bilişim teknolojilerindeki akıl almaz gelişmeler 100metre dünya rekorunun gelişmesinde süpper etkili olmuştur gibi bir önerme yapıcam ama çok dayanaksız olacak. Bakalım 200m finalinde daha ne göreceğiz?

Çarşamba, Ağustos 13, 2008

Güzel İzmir

Tatilde gezip görmek gerek. Hazır da Dikili tarflarındayken, hazır Rabia'mın yakın arkadaşı Özlem İzmir'de iken, hazır Tolga baharda evlenmiş, biz gidememişken, Ernur'u geçen seneden beri görmemişken, hazır Çorba Hollanda'dan İzmir'e intikal etmişken, biz de İzmir'e doğru yola koyulduk. Efes, Selçuk Müzesi, Meryem Ana, Artemis Tapınağı, taşların izinde Anadolu diyerek başladık geziye. Ha madem ki müze, ören yeri gezilecek deyip, hemen bir Müze Kart aldık kendimize. 20 YTL olan Efes giriş ücreti ile aynı fiyata tüm sene boyunca tüm müze ve ören yerlerine ücretsiz girebileceğimiz bir kartımız oldu. Sonra da Demir Ünsal'ın Efes kitabı kılavuzluğunda gezdik şehri. Gözlerimizi kapatıp, Yunanistan'dan göç edenlerin, Ionların kurdukları, Ionya'nın en güzel şehirlerinden, Şehr-i Ephesus'u hayal ettik. Yamaç evlerden, kütüphaneye gidenleri, aşk evinden çıkıp, hamama gidenleri gördük. Bu arada kitap çok güzel, bir rota boyunca, güzel bir hikaye olarak anlatıyor şehri, gezecek olanlara tavsiye ederim.İzmir'de olup sörf yapmamak olmaz deyip, en delikanlı rüzgar, pardon esinti sörfçüleri Ernur ve Umut olarak çıktık bordun üstüne. 190'lık board, 3.5 m2'lik yelken ile Ferrarilerin yanında Ford Transit misali bir o yana bir bu yana seyirttik Çark Plajı'nda. Ulusal bir yarış vardı, ama biz bir türlü sökemedik, neresi başlangıç, neresi finiş. Acemiyiz (beginner) ya, yarışı bile anlayamadık (Sonradan hırs yapıp Yunan televizyonundan olimpiyatlardaki rüzgar sörfü yarışmalarını seyrettim, onları anladım.) Seneye kesin yine gelmek üzere ayrıldık Alaçatı'dan.
Ne zamandır göremediklerimize zaman ayırdık. Pek özlemişiz birbirimizi. Doyamadık desem yalan olmaz. Uzun uzun yemekler yedik. Liseden, üniversiteden, uzaktakilerden, yakındakilerden, yeni doğan bebeklerden, politikadan, türküden şarkıdan dem vurduk. Tolga Küba anılarını, Ernur Meksika anılarını anlattı. Bana asker anılarımı anlatmak kaldı :) Psikolog, psikiyatrist kaynaşmaları yaşadık. Çorba ile görüşmeyeli iki seneyi aşmıştı. Hollanda, Türkiye, Yunanistan, Ankara, Eskişehir, Denizli herkesin kulaklarını çınlattık. İzmir'e taşınmak bu yaştan sonra artık çok zor ya, Rabia ile her sene tatilimizin bir yerine İzmir'i sıkıştırmak konusunda anlaştık.

Pazartesi, Temmuz 28, 2008

Ege'den selamlar...

Tatil zaten güzel bir şey, ama kocaman bir aile ile Ege'de tatil tadından yenmiyor mirim. Dün Akçay'da teyzemler, dayım ve annemin kuzenleri ile Kaz Dağları'nın gölgesinde Ege'nin mavisine karşı koyu muhabbet ile başladım 2008 yılı tatilime. Bu sabah 7 buçuk sularında 54'lük delikanlı Mustafa eniştemle Dikili-Salihleraltı sahilinde 4 km'lik bir koşu yaptık. Sabahın sisi çokmüştü Ege'nin üstüne. Denizin mavisinin göğün mavisine karıştığı saatlerdi, attık kendimizi mavinin bağrına. Balıklarla birlikte Midilli'ye doğru yüzdük. Öğleye doğru Dikili merkeze indik. Öğretmenevinin bahçesinde gölge bir yere park edip gövdelerimizi, denize karşı çaylı kahveli uzun sohbetler ettik. Akşam üstü aile boyu Salihleraltı kumsalındaydık. Bu sefer toplu yüzme seansları yaptık. Hep beraber denize atıp kendimizi, Ege'yi taşırdık. "Taşsın Ege'nin suları, Ankara'ya doğru sevdiklerimize selam götürsün" dedik...

Çarşamba, Temmuz 16, 2008

İlk 15K

Mayıs başında başladığım koşu antrenlarımlarımda bir aşama daha kaydettim. Hedeflediğim yarış mesafesi olan 15 kilometreye yarıştan, Avrasya Maratonundan, 3 ay önce ulaştım. Dün 15km'yi 2 saat 2 dakika 38 saniyede tamamladım. Geçen seneki sonuçlara göre, bu derece ile geçen sene 1559 kişinin bitirdiği Avrasya Maratonunu 1521. olarak bitirebiliyorum. Cool Running isimli web sitesi, sezonluk koşu antrenmanlarının döngüler (cycle) halinde planlanmasını öneriyor. İlk döngü dayananıklılık döngüsü. 6-12 hafta arası önerilen bu döngüde koşulan mesafenin artırılması, mental ve fiziksel dayanıklılık kazanılması hedefleniyor. İkinci döngü olan güç döngüsünde 4-6 haftalık bir program ile güç antremanlarına yönelmek, üçüncü döngü olan hız döngüsünde 3-4 hafta hız antrenmanlarına yönelmek öneriliyor. Daha sonra ise yarış öncesinde zinde olmanızı sağlayacak, 2-3 haftalık daha hafif içerikli bir azaltma döngüsü öneriliyor. Bu antrenman programı sonunda da yarışlar geliyor. Bu döngülü yapıyı esas almaya çalışarak önümüzdeki haftadan itibaren yolumuza antrenman programıza en az bir tane ağırlık çalışması ekleyerek devam edeceğiz. Bu arada daha veriye dayalı antrenman yapabilmek için bir de Garmin Forerunner 50 aldım. Ay sonunda Berna Amerikadan dönerken getirecek. Bu saat sayesinde hem koştuğum mesafe, hızım, tempomu ölçebileceğim hem de kalp atışımı. Bu verileri kolayca bilgisayara atıp ne olup bittiğine grafikler üzerinden de bakabileceğim. Bu sayede hangi mesafeyi nasıl koştuğum, ve nasıl koşmak istediğim hakkında daha nicel değerlendirmeler yapabileceğim. Yep yeni bir oyuncağım olacak. Gelir gelmez onu da uzun uzun anlatırım.

Pazartesi, Temmuz 14, 2008

Büyük aile fotografı

Ö. ve D. aileleri dün yanyana gelerek yukarıdaki fotograf için poz verdiler. Rabia Hanımefendi ile Umut Beyler nişanlandılar. Çok güzel bir nişan töreniydi. Oğlan tarafı Eskişehir öğretmen evine kamp kurduk. Annemler, amcamlar, küçük teyzemler, Halide teyzemler, Didem, dayım, Emrah'lar ve Bilge'ler ile birlikte 3 araba sefere çıktık. Evin önüne geldiğimizde annem bagajı açıp kızların ellerine, çiçek, çikolata bohça dağıtıverdi. Eğlence o anda başladı.
İlkin babacım çok güzel bir konuşma yaptı. Sonra amcam ve Rabia'mın büyükbabası yüzüklerimizi taktı. Herkeslerle kucaklaştık, tüm iyi niyet dileklerini topladık. Şerbetler içildi, börekler sarmalar yendi. Sonra Ankara havası eşliğinde biz nişanlımla döne döne oynadık. Bir gün evvelinde Rabia'mın yengesinden aldığım Ankara havası nasıl oynanır derslerinde öğrendiklerim sayesinde kız tarafında pek rağbet gördüm. Bilgecim tüm nişan boyu fotograflarımızı çekti. Emrah ile Züleyha da kameramanlarımızdı. Hatice gene ortamın eğlencesiydi. Kırdı geçirdi insanları esprileriyle. Didem iki dakkada pasta olayını organize etti. Velhasın, emeği geçen o kadar çok insan oldu ki, hepsine burdan teşekkür ediyorum.

Pazar, Haziran 22, 2008

Isparta'ya ateş almaya

Hiç hesapta yokken haftasonu Isparta'ya ateş almaya gittim. ASYU (Akıllı Sistemlerde Yenilikler ve Uygulamaları) kongresine kabul edilen makalemizi Halit Hocam sunmak niyetindeydi fakat kendisinin yurt dışında katılması gereken bir toplantısı çıkınca bu görev bana kaldı. Sevinmedim desem de yalan olur zira durduk yere Isparta'ya gezmeye gitmezdim herhalde. İlk fikir ortaya çıktığında Ümit ile önce Isparta, ordan Eğridir diye devam eden tüm haftasonunu kaplayan gezi planları yaptıydık fakat bir de Cumartesi akşamı katılmam gereken bir düğün olunca, Isparta gezim ateş almaya gelmiş gibi oldu. Sabah 6 çeyrekte inip, şehir uyanmadan caddelerinde dolaşıp, fotoğraf çektim. Güzel bir börekçi bulup, şehrin uyanmasını, otobüslerin çalışmaya başlamasını, esnafın dükkanlarını açmasını izleyerek kahvaltımı yaptım. Saat 9 civarı Süleyman Demirel Üniversitesi'ne intikal edip, kendi sunumumun da içinde bulunduğu oturuma katıldım. Yok otomatik özet çıkarma, yok akıllı müşteri tanıma sistemleri, yok dikkatli arayüzler derken keyifli bir oturum izledim. Bildirimi sundum. Bundan sonra yılda en az bir kez yurtiçi kongrelere katılınmalı kararı aldım.
Şans bu ya, Kamil de hafta sonu ailesinin yanına Isparta'ya geliyormuş. Sabah kahvaltısına davet ettiler önce, yok sabah erken rahatsız etmeyeyim deyince, sağolsunlar, sunum sonrasında üniversiteden alıp beni, saat 1 buçuktaki otobüsüme kadar ağırladılar. Sav'a doğru giderken bir tarlanın yanında dut yemeye durduk. Fotoğraftan da bellidir, ne zamandır ağaçtan dut yemediğimden midir bilmem pek hevesle seyirtmişim ağaçlara doğru. Dut, erik, kiraz, vişne, hoş sohbet, kuyu kebabı derken, koltuğumun altına da bir kasa kirazla uğurladılar beni.

Çarşamba, Haziran 11, 2008

En güzel haftasonu

Bu haftasonu Eskişehir'de geçirdiğim haftasonların en güzeliydi. Masaldaki Prensin, uzak tütün ülkesinin Kralı ve Kraliçesi olan anne ve babası su şehirine şeref verdiler. Su şehrinde yaşayan bozkırın kiraz ülkesinin Kralı ve Kraliçesi olan Prensesin annesi ve babası ile tanıştılar. Aileler Allah'ın emri Peyganberin kavli ile iki ülkenin gelecekte huzurlu, mutlu ve barış içinde yeni bir ülkeye evrilmesi için karşılıklı iyi niyetlerini bildirdiler. Prens ile Prenses masalın yeni bir bölümüne doğru yelken açtılar.

Deklanşör

Geçen hafta Deklanşör ismi ile çekilen kısa filmin setinde fotografçılık yaptım. Eskişehir'de bir grup insanın çektiği filmin Yardımcı Yönetmeni Züleyha olunca, ben de ekibe set fotografçısı olarak dahil oluverdim. Dört gün süren çekimler esnasında bine yakın fotograf çektim. Filmin eğlenceli, Guy Ritchie filmlerini andıran, bol kuşturmacalı, kavgalı döğüşlü senaryosu, birbirinden ilginç oyuncu ve set ekibi sayesinde çekimler çok ama çok keyifli geçti. Dört gün süren çekimler, genelde gece ve bir kafe ve bir de bar sahnesini saymazsak sürekli açık havadaydı. Elemanlarla muhabbet çok güzeldi. Film ağır entellektüel içerikten çok uzak oldundan, ekip de yapılan işte "ben sanatçıyım uleyn" kasıntısından çok uzaktı. Çocuklar film çekiyor olmaktan çok eğleniyorlardı. Sete serhoş gelenler, sette içilen biralar, sürekli bir oraya bir buraya taşınan ekipmanlar, steady cam'li koşturmaca sahneleri, kareye giren bum, arkadan çekirdek çitleyerek bizi seyreden teyzeler, iyi kalpli ama huysuz görüntü yönetmenimiz, Vişnelikte geceyarısına kadar süren çekimler. Kanımca çok güzel bir iş çıktı, çok. Ben çok eğlendim. Şu sıralar kurgusu yapılan film bakalım neye benzecek.

Cuma, Mayıs 30, 2008

İlk fotograf yarışması ödülüm

2001 yılında başlayan fotoğraf maceramda ilk defa bir ödül alıyorum. EFSAD geçen hafta Eskişehir'de fotoğraf haftası düzenledi. Hafta sonuna denk gelmesi nedeni ile sadece Cuma ve Salı etkinliklerine katılabildim. Cuma günü EFSAD camiası ile tanışmak açısından çok güzel oldu. En çok da Görüntü Estetiği, Fotoğrafa Başlarken ve Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi kitaplarının yazarı Levend Hoca yanımıza gelip, "Çocuklar sizi tanımıyorum, kimsiniz siz, nerden geldiniz, ne yaparsınız ?" dediği zaman mutlu oldum. Etkinlikler kapsamında ilk olarak Altan Bal'ın Kamyoncular gösterisini seyrettik. İşi daha önceden biliyordum ama gene de bir gösteri olarak seyretmek çok keyifli idi. Gösteriyi Fotoroportaj.org'dan Ali Saltan yaptı. Onunla da tanışma, ayak üstü de olsa fotoğraf üstüne iki satır konuşma fırsatımız oldu. Pek keyifliydi. Salı günü de Milliyet gazetesinden Hüseyin Özdemir'in Diğer isimli gösterisini seyrettik. Milliyet gibi bir gazetede çalışan bir fotomuhabir için hayat nasıldır hakkında fikir sahibi olduk.
Etkinlikler içinde bir de Cuma günü başlayan bir Fotomaraton vardı. Cuma günü konu verilecek, Pazartesi'ye kadar da verilen temada beş fotoğraf çekilecek ve teslim edilecekti. Zor da bir tema seçmişler. "Su". Cumartesi uzun nöbetim boyunca ne çeksem nasıl çeksem diye düşündükten sonra hikayeyi kurdum. "Su ile ne yıkıyorum?" başlığı ile ellerimi, bulaşıklarımı, çamaşırlarımı, meyve sebze ve fotoğraf yıkayacaktım. Pazar akşamı çekimleri yapıp aralarından seçtim. Pazartesi de ekibe ulaştırdık. Bugün sonuçlar açıklandı. Birinci olmuşum. Çok mutluyum. Merak edenler için fotoğraflar fotoğraf blogumda. Nice fotoğraf yarışmalarına diyorum.

Pazar, Mayıs 25, 2008

Çocuklarımız var artık

Güneş'imiz dün doğdu. Mehmet'imiz ve Berna'mızın oğulları Güneş dün dünyaya gözlerini açtı. Çocuklarımız var artık. Deniz'imiz, Ece'miz, Kiraz'ımız ve Güneş'imiz. Güzel günler göreceğiz, Güneşli günler. Güneş de artık yaşama sevincimizin, umudumuzun bir parçası. Hoş geldin Güneş. Hoş geldin aramıza güzellik.

Cuma, Mayıs 23, 2008

At kendini uçurumdan aşağıya!

Almanya'da, otokrasinin, faşizmin, totaliterizmin dünyada doruk noktasını deneyimlediği topraklarda, bu deneyimin üzerinden 60 sene geçmesine rağmen hesaplaşma bitmiyor. "Die Welle", "Tehlikeli Oyunlar" da böyle bir film. Filmde pek çok ilginç nokta vardı ya bana ilk dokunan lise öğrencilerinin otokrasinin veya Almanya'da özdeşleştiği hali ile faşizmin nedenlerini bir çırpıda sayıvermeleri oldu. İnsanların işsizlik, ekonomik ve sosyal yokluk içinde nasıl varoluşlarını bir aidiyet içinde beslediklerini anlatmaları, bizim ülkemizin lise öğrencilerinden beklenmeyecek bir sosyal olgunluk göstergesiydi. Almanya nazizm ile hesaplaşırken kendi eğitim sistemi içinde demokrasi anlayışını yoğurmasının hikayesi olan filmde, toplumsal belleğin nasıl yaratıldığı ve korunduğu üzerine bir çok ipucu var. Otokrasinin kullandığı yöntemler, birey ve topluluk üzerindeki etkileri lise bitirme projesi çerçevesi içinde bir çırpıda anlatılıveriyor. Biz ise bırakın liselerde demokrasinin erdemlerini içselleştimiş bireyler yetiştirmeyi, 6-7 Eylül, Sivas veya Maraş gibi toplumsal utançlarımızla yüzleşmekten çok uzağız. Ülkemizde bir yandan siyah/mavi önlükler ile mini mini çocuklara andımızı söyletip, bir "disiplin" içinde uygun adım askeri bir düzen ile tasarladığımız sınıflara alıp, coğrafyanın bile "milli" olanını öğretmeye çalışıyoruz. Öğretmenlerin mutlak egemen olduğu, öğrencinin resmi ideoloji dışına burnunu bile çıkarmasına izin vermeyen milli eğitimimiz 1930'ların dünyasındaki yöntemleri aşmaktan çok uzak. "Fikri hür vicdanı hür" nesiller yetiştirmek ise sözde bile "ideal"imiz değil. Öte yandan ülkede iktidarı elinde bulunduran kesim ise otokrasinin tüm yöntemlerini kullanmakta. Örtünmek dini bir gereklilik olmaktan çok öte, egemen siyasanın üniforması olarak kullanılmakta. İnsanlar yokluk içinde aidiyeti cemaatlerde buluyorlar. Bu durum hem siyasal hem ekonomik rant olarak kullanılıyor. Bu iki kutup arasında bir o yana bir bu yana sallanan sarkacı kırmak ise çok zor gözüküyor. Bir yandan ekonomik bir gelişkinlik yaratmak gerekirken bir yandan da sosyal bir değişimi yaratacak mekanizmaları kurmak gerekiyor. Bunun hangi motivasyon ile yapılacağı da başka bir soru. Almanya sineması bu filmle bir kez daha demokrasinin değerini vurgulamak için üstüne düşeni yapmış. Seyredilmesi ve üstünde düşünülmesi gereken bir film.

Salı, Mayıs 20, 2008

Mazi kalbimde bir yaradır

16/05/2008 tarihinden itibaren sinemamız artık hizmet vermemektedir. İlk gençliğe ait bir efsane daha tarihe karıştı. Artık kimse Kılıçoğlu'nda film seyredemeyecek. Eskişehirliler son dört gündür biraz eksildiler. Bir parçalarını alışveriş merkezleri, tüketim toplumunun amansız akışı kaptı. Sinema eskisi gibi, bir çok Anadolu kentinde bir tane bulunan, babadan, dededen sinemacıların yapacağı iş olmaktan çoktan çıkmıştı. Ankara Akün'ü kaybetti önce, Eskişehir Arı'yı. Geçen yaz Kavaklıdere karlı olmadığı nedeni ile kapandı. Balıkesir'in Şan Sineması son günlerini yaşıyor belki de. Küresel dağıtım firmalarının tekelindeki sinemaya bağımsız yapımcıların ve dağıtım şirketlerinin veya küçük sinemaların dayanması neredeyse imkansız. Kızılırmak belki de elimizdeki son kalan değer. Koruyup kollamak lazım. Bilmiyorum belki de vazgeçmek lazım. Amazon'a girip, olmadı köşedeki kopya DVDciye uğrayıp istediğimiz filmi almak mı lazım? 106 ekran televizyonlarımızda, 5 artı 1 kablosuz ses sistemlerimizle blueray disklerimizden "yabancılaşma" üstüne yapılmış Avrupa filmlerini izleyip, "biz nerede yanlış yapıyoruz?" diye mi düşünsek?

Pazartesi, Mayıs 19, 2008

Kurucaşile, olmadı Amasra

19 Mayıs'ı fırsat bilerek aldık haritayı önümüze, vurduk kendimizi yola. Planımız sabah erken Ankara'dan çıkıp öğle yemeğini Amasra'da yemek, akşam yemeğine Kurucaşile'ye geçmek. Geceyi de Kurucaşile'deki Ural Otel'de geçirmekti. İki hafta öncesinde Amasra'da yer bulamayınca böyle bir plan yapmıştık. Günümüz çok şahane başladı. 45'lik dinleye dinleye Amasra'ya vardık. Dalgakırandan başlayan güzel bir yürüyüş sonrasında acıkan bünyeyi Çeşmi Cihan'da balığa doyurduk. Eksik kalmasın aman diyip atladık bir tekneye, o dalga senin bu dalga benim, denizden de bir Amasra turu attıktan sonra közlenmiş mısırlarımızı alıp koyulduk Kurucaşile yoluna.
Bu kadar mı yeşil olur, asfaltın çatlaklarından yeşil fışkırıyordu adeta. Karadeniz'in denize paralel dağlarının eteklerinde bir o yana bir bu yana süzülerek 40 km'yi bir buçuk saatte aşıp Kurucaşile'ye vardık. Çok sakin, hakikaten küçük, huzur veren bir kasaba bulduk karşımızda. Yeşil deniz ile kucaklaşırken araya yerleşmiş insancıklar. Fakat otelin, öyle web sitesindeki afilli turistik durumla hiç mi hiç alakası yok. En güzel yeri, bahçesindeki çay bahçesi. Bir poyraz vardı ki bahçede oturmak bile kısmet olmadı. Otelde çoğunlukla tersanede çalışan işçiler kalıyormuş. Odalar pejmürde. Şöyle ki bize ilk gösterdikleri odanın banyosunun camı yoktu. Gazete ile örtmüşler, o da yağmurda erimiş. İkinci odaya sigara kokusundan girmenin imkanı yoktu. Sezonda nasıldır bimem ama Mayıs ayı için iyi bir tercih olmadığını söyleyebilirim. Kurucaşile'yi şöyle bir çay içmek için durulacak güzel bir Batı Karadeniz kıyı kasabası olarak listemize ekledik. Ama kalınacaksa, ille de Amasra. En kalabalık gününde akşamın 8'inde geri döndüğümüz Amasra'da bir ev pansiyon kiraladık. Eşyaları eve atar atmaz güneşi batırmaya küçük liman kıyısında Konak Cafe'ye gittik. Sonrasında Çınar Restoran'da bir balık ziyafeti daha çektik. Kalabalık olduğundan 9'da verdiğimiz siparişi saat 11'de yiyebildik ama olsun.. Tüm restoran bu durum ile o kadar eğleniyordu ki sormayın gitsin. Siz garsona sesleniyorsunuz, "Ustam salata nerde kaldı?" diye, yandaki amca cevap veriyor, "Ohooo, daha dur, siparişi vereli 10 dakika oldu, onun yarım saati daha var." diye.Pazar günü denize nazır güzel bir kahvaltı sonrasında Safranbolu'ya geçtik. Çarşı pek bir kalabalıktı. Kalabalık yakışıyor Safranbolu çarşısına. İncik boncukçular arasında kaybolduk. Konak gezdik. Bir demirci ustasına hal hatır sorduk. Yorulmuş, "soluklanayım hazır siz gelmişken" dedi, çay söyledi. Muhabbetine eşlik ettik. Cevizli yayım, üstüne zerde yedik. Hasır şapka yetmedi bir de tahtadan üç boyutlu bir bulmaca aldım kendime. Son bir çarşı içine uğrayıp türk kahvesi içtik. Gül yaprakları dolu bir tepside yanında karadut şerbeti ile sundular kahveyi. Mutlu olduk.
Akşam üstü çıktık Safranbolu'dan. Kardemir'in o büyülü görüntüsü önünde fotograf çekinmek için durduk. Görenler gülmüştür ya olsun, "fabrikanın önünde de fotoğraf çekilir mi?" çekilir tabii. Hele ki o fabrika, ağır sanayiinin ikonu olmuş bir demir çelik fabrikası ise. Son olarak da yol üstünde Çay ilçesindeki kahveye uğradık. Kahveci amcanın halini hatrını sorduk. Daha önceden de uğradığım bir kahve idi. Amca hoş sohbet, yaşı iyice geçkin, çay parası almadı bu sefer bizden. Uğurlar olsun diyip yolcu etti bizi. İki günlük çok güzel bir seyahat oldu. Gezmek çok güzel bir şey, kesinlikle.

Salı, Mayıs 13, 2008

Yaşamın içkinliğinin

Hayvan, bitki, çocuk ve Yumurta, Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Zeynep DİREK'in Yumurta filmi üstüne yazdığı yazının başlığı. Yazı film hakkında okuduğum en derli toplu eleştiri. Yazının beni en çok etkileyen bölümünü aşağıda sunuyorum. Bu parçanın üstüne tıklayarak da yazının tamamına ulaşabilirsiniz.
Ölüm dünyanın sıradan gündelikliğini, iş güç peşinde yuvarlanıp gitmeyi, varolmak uğruna küçük hesap kitap yapmayı askıya alır; bizi özsel bir yanımızla ait olduğumuz kutsalın alanına döndürüverir; dünyanın ardalanından görünen doğal yaşamla ilişkimizi yeniden kurar. Marketten yumurta almakla, yumurtayı kümesten, bir tavuğun altından almak çok farklıdır. ‘Çok sevilen’, ‘yeniden döşenen’ bir kent evi ile bu ekonominin tamamen dışında bulunan, modern bir mutfağı olmayan, güzelliğin eşyalaştırılmadığı ve fetişleştirilmediği, fakat ölülerin çiçeklere dönüştüğü ve bir sohbetin muhatapları oldukları bir evde yaşamak çok farklıdır.

Çocukları ölümden sakınan ve onları ölümün hiç uğramadığı pembe dünyalar kuran modern kent burjuvazisi normları ile çocukların mezarları suladıkları, ölümden sakınılmadıkları yaşam bambaşkadır.

Kutsalı tanımayan, ateist bir prafan dünya insanının bir kurban adağını yerine getirirken daha da yaklaştığı içkinliğin haberci izleridir hayvan, çiçek ve çocuk... Hayvan, bitki ve çocuk iş güç hayatı, dünyanın karşılıklılık ekonomisi ile yaşamın içkinliği arasındaki sınırda dolanırlar. İçkinlik camların kırılmasıyla, elektiriklerin kesilmesiyle, dünyaya dönüşün sürekli ertelenmesiyle yaklaşır ve musallat olur.

Perşembe, Mayıs 08, 2008

Film Festivali

Eskişehir'e gelmeden hemen önce yazmıştım. Hatırlarsınız. Bir sürü festival var önümde diye. Beklediğim festivallerden biri de Film Festivali idi. Pazartesiden bu yana her akşam saat 9 seansında Sinema Anadoluya gidiyorum. Kampüs içinde olmaz bünyeme zaten iyi geliyor, bir de üstüne festival havası eklenince deymeyin keyfime. Pazartesi Amerikan Düşleri, Salı Sürgün dün ise Hayat Bağları filinin ilk yarısını izledim. Malum festival filmlerinde her daim insan aradığını bulamıyor. Bazen de hayal kırıklığı oluyor.
Bu üç filmn en etkileyicisi Sürgün'dü. Film inanılmaz bir görsellikler, ok baif bir hikayey, çok zekice hazırlanmış bir kugu üstünden anlatıyor. Güçlü bir atmosfer içinde, kusursuz bir işçilikle aile, baba ve eş kavramları anlatılıyor filmde. Yönetmeni Andrei Zvyagintsev. Yönetmenin bundan önce yaptığı fim, Dönüş, DVDcilerden bulunuyormuş. Bugün onu alıp, haftasonu seyretmek niyetindeyim.

Çarşamba, Mayıs 07, 2008

İlk 10K koşum...

Ne zamandır spor yapıyorum da hiç bir hedef için yapmamıştım. Özellikle Eskişehir'de olmamın da verdiği bir rahatlıkla, şu sıralar spor yapmak için daha çok zamanım oluyor. Dedim ki tam zamanıdır. 26 Ekim 2008'de Avrasya Maratonunun 10.su koşulacak. Tarih tam da benim Eskişehir maceramın sonlarına rastlayacak. Hal böyle iken önümüzdeki 6 ay güzel bir antreman programı ile ben Avrasya Maratonu kapsamında koşulan 15km yarışında yarışabilirim diye düşündüm. Aradım, taradım, okudum bir antrenman programında karar kıldım. Runner's Word'e kaydoldup antrenman tarihçemi tutmaya da başladım. İlk gün 5K (kilometre koşucu dünyasında K diye kısaltılıyor) koştum ki zaten daha önceden de haftada 1-2 defa 6K koşuyordum bu nedenle çok yıpranmadım. Dün ise 10K koştum, ki bu hayatımda ilk 7K ve 1 saat üzeri koşumdu. 1:19:35'de ortalama 7.5 km/saat gibi bir tempoda koştum. Ekim ayında 10km/saatlik bir tempoda 1.5 saat koşmayı başarırsam, tahmini 1500kişinin katılacağı bu yarışı 1000li sıralarda tamamlayabilirim. Tamamlayan herkese nasılsa madalya veriyorlar :)

Pazartesi, Mayıs 05, 2008

7. Fotograf Sempozyumu

Fotograf düşünmeyi, fotograf tartışmayı, fotograf okumayı özlemişim. Haftasonu 7. Fotograf Sempozyumunun 2. gününe katıldım. Önce Kemal Cengizkan ve Özcan Yurdalan'ın son 5 senede büyük bir gelişme gösteren fotograf teknolojisi karşında fotografın, belgesel fotografın anlamı, durumu ve geleceğini irdeleyen, sorgulayan konuşmalarını dinledim. Konuşmalara bir kaç gösteri eşlik etti. İkinci oturumda da Mehmet Özer'in yönettiği Özcan Yurdalan, Orhan Cem Çetin ve Beyhan Özdemir'in konuştuğu "İktidar ve İtiraz Dili Olarak Fotoğraf" başlıklı panele katıldım. Özellikle Orhan Cem Çetin'in ve Özcan Yurdalan'ın konuşmaları ilginç ve ufuk açıcı idi.
Cem Çetin ilk tur konuşmasında çekilen tüm fotografların kurgu olduğunu, belgesel fotografın bu anlamda gerçeğin bir kurgusu olduğunu anlattı, ikinci tur konuşmasında ise tüm fotografların belge olduğunu bu anlamda da yaratıcı fotografın hayal edilenin bir belgesi olduğunu anlattı. Belge ve kurgu kavramları etrafında da fotograf, iktidar ve itiraz konularını tartıştı.
Özcan Yurdalan ise mecra kavramı üzerinde çok durdu. Belgesel fotografın sergilenmek için değil dağıtılmak için, dolaşıma sokulmak için üretildiğini vurguladı. Bu anlamda da son 10 yıldaki teknolojik gelişimin ortam yaratma açısından sınırsız olanaklar sunduğunu alattı. Bir yandan sanal dolaşımın mecra sorununa sınırsız olanaklar sunarken, bir yandan da uculayan ve yaygınlaşan baskı teknolojilerin, basılan fotografın sergi salonlarından çıkıp, sokağa inmesi için olanak sağladığından bahsetti. Bu noktada belgesel fotografta fotografçının meziyetinin değil sunulan içeriğinin önem kazandığını vurgulardı.
Verilen arada kurulan sergiden Özcan Yurdalan'ın Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj kitabını aldım, hazır konu sıcakken bir çırpıda okurum niyeti ile. Yazarı da orda iken gidip tanışıp kitabı bir güzel de imzalattım. Dün gece Ankara-Eskişehir yolculuğunda okumaya başladım. Tartışılacak, konuşalacak bir çok önermesi olan kitap hakkında aldığım notları yakın zamanda bloga yazacağım.

Pazartesi, Nisan 28, 2008

Geç kalmış yazı

"Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar." buyurdu başvekil. Hali hazırda iktidara haiz olan fıkrayı demokrasi melakesi ilan eden mürekkep yalamış, amele cephesinde siyaset icra ettiğini iddia eden kesime tüm sözlerim. Daha evvel de dikkat buyurmuştum. Herkes kendine demokrat diye, nitekim, mevzu bir mayısın Taksim'de kutlanması veya amele bayramının tatil olması olunca haşa ayakların ne haddine oluyor, fakat mevzu toplumsal cinsiyet algısında ata erkilliği bir norm haline getirecek örtünme olunca "ayaklar ", ki o vakit, o kesime, iktidar fıkrasının destekçilerine "ayak" demek en büyük günah oluyor, ne elitistliğiniz kalıyor, ne de size yöneltilen "ya sev ya terket" naraları, demokrasinin asıl sahibi oluveriyor. Aman ha yanlış anlaşılmasın, etnik ve dini kimliği, kamusal alan da dahil her yerde sergilemek isteyenlerin demokrasi mücadelelerine sözüm yok. Aman yanlışsam düzeltin, ameleden taraf siyeset yapanlar, amelenin, başvekilin de dediği gibi ayak takımının, ülke yönetilirken kendi haklarının da dikkate alınması için kendilerini ifade etme özgürlüklerini savunmaları gerekmiyor mu?

Pazartesi, Nisan 07, 2008

İçinden su geçen şehirler

24 saat süren mesaiden sonra, sıcak bir duş alıp, bir kaç saat uyudum önce. Şimdi, günlerden Pazar, gün öğleyi yeni devirdi. Yağmur yağıyor, yeşil bir nehrin üstüne. Porsuk. Gazete okuyorum bir yandan, arada başımı kaldırınca, hafif buğulu camın hemen arkasında koşuşan insanları görüyorum. Çayımı yudumlarken, niye bu kenti bu kadar sevdiğimi düşünüyorum. Ali Sirmen hapiste geçirdiği kırk küsür aydan bahsediyor yazısında. Çok uzun değil mi? Sevdiğim kentte geriye kalan hepi topu sekiz ay ne kadar da uzun geliyor oysa bana. Yumurta filmini seyretmiştik geçtiğimiz hafta. Aklıma o geliyor. Tire'de, annesinin evinde, gençliğinin sokaklarında geçmişi ile hesaplaşıyordu Yusuf. Barışıyordu da denebilir. Ben her dinlediğimde Eskişehir'i, geçmişim ile selamlaşıyorum. Melih'i düşünüyorum. "Git okula, öyle seyret, dur orda, yeter" demişti burada bir sene yaşayacağımı ilk duyduğunda. Okula bir kez gittim. Okulda değil ama kentte yaşıyorum ya, o nedenle her köşeyi döndüğümde karşıma ya Ernur çıkıyor, ya Tolga selam veriyor öte yandan, Kaplan Kibele'den aldığı yeni Ezginin Günlüğü kasedini gösteriyor. Mehmet koşturuyor suboyunda, düştü düşecek. Yağmur biraz hafifledi. Olsun, Porsuk sırılsıklam. Anılarla. Saat nerdeyse iki oldu. Sevdiğim gelecekti. Nerelerde kaldı?

Çarşamba, Mart 26, 2008

Fransız çizgi filmi

Belleville'de Randevu büyüklere çizgi film furyasının zannımca en güzel örneklerinden bir tanesi. Öyle derin felsefeler, imgeler, metaforlar falan yok. Çizgi film işte. "Gerçek nedir?" sorusuna cevap aramak yerine sizi bulunduğunuz dünyadan alıp, bir hamlede masal dünyasına götürüyor. 30'ların Fransa'sında başlayan hikaye, New York sokaklarında son buluyor. Hepsi ayrı ayrı, türünde tek olan karakterlerin en güzeli büyükanne idi. Tek ayağının kısa oluşu, gözlüklerini kaldırışı, düdükle tempo tutması ince ince kurgulanmış, izleyiciyi kendinden geçiren ayrıntılar. Seyredin arkadaşlar. Pişman olmayacaksınız.

Karikatür Müzesi

Anadolu Üniversitesi Eğitim Karikatürleri Müzesi Eskişehir'in köşeyi dönünce karşınıza çıkıveren, beklenmedik, şaşırtan, mutlu eden kültür altyapılarından bir tanesi. Pazartesi günü öğleden sonra, hava da pek güzeldi, Köprübaşı'ndan başlayıp, Hamam Yolu üstünden Odunpazarı'na doğru uzun bir yürüyüş yaptım. Bir yandan fotoğraf çekerken bir yandan da sağı solu seyrettim. Atatürk Lisesi'nin orada karikatür müzesi diye bir tabela var, nicedir de uğrayacağım, aklımdaydı. Fırsat bilip daldım içeriye. Tan Oral sergisi var. Yıllardır gazetede severek okurum Tan Oral karikatürlerini, o nedenle, pek sevindim. Ama gezdikçe fark ettim ki en az Tan Oral sergisi kadar ilgi çekici bir de sabit sergisi var müzenin. Yolunuz düşerse, zamanınız olursa ihmal etmeyin, gezin derim ben. Müze deyince biz ya tarihi eserler ile dolu, ya da anlamadığımız resim ve heykellerle dolu büyük binalar anlarız ya bu onlardan değil, emin olun. Çok güzel bir müze.

Cuma, Mart 14, 2008

Cazımız çıkmıyor

Hakikaten cazımız çıkmıyor. Sarp Maden'in açılış konserini saymazsak, Eskişehir 6 grupluk bir Amatör Caz Müzisyenleri Festivali yaşıyor. Düzenleyin ellerine kollarına sağlık ama Türkiye'nin tek amatör caz festivaline sadece 6 grubun katılması çok acı geldi bana. Bu mudur memleketimizin caz potansiyeli? Ne bekliyorum ki? Ankara'da ya birdir ya ikidir, arada bir canlı caz yapılan yerlerinin saysı, üç beş tane de İstanbul'da olsun. Bu kadar hakikaten. Elde avuçtaki ile yetinelim, olanla mutlu olması öğrenelim düsturu ile dün iki konsere gittik. İki grup da İzmir'den idi. İnci Quartet, genç grup üyeleri ile (yalan olmasın bana hepsi 20lerinin ilk yarısında gibi geldiler) hem bilinen caz standardlarını yorumlandılar hem de kendi yaptıkları bir kaç şarkıyı çaldılar. Soundcheck problemlerinden kaynaklı (Grup üyelerinden Buğra'dan gelen bilgiler ışığında) bir kaç aksaklığı bir kenara bırakırsak, çok başarılı bir konser çıkardılar. Ben özellikle gitaristleri Can Ercan ve basçıları Buğra Balcı'yı çok tuttum. İkinci grup Fastrip görece daha yaşlı bir gruptu. Konserin ilk bir kaç şarkısında beni korkuttular. Bir country şarkısının caz düzenlemesi falan derken tam umudum kırılmıştıki toparladılar. Özellikle klavyecileri Emin İnal ve vokalleri Evrim Yapıcılar Özkaynak'ın göz dolduran performansları ile konserden ağzım kulaklarımda çıktım. Daha yok mu? derken, Jam Session var dendi, şehre daha açılalı bir kaç gün olan bir mekana gittik. Fakat bir saate yakın bekledikten sonra gelen giden olmayınca Jam Session hevesimiz kursağımızda kaldı. Öğrendik ki festivalin ilk günü, Çarşamba, Jam Session yapılmış, fakat beklenen olmuş, mekan sahibi ile festival düzenleyenler arasında, magazine "içerde çok sigara içiliyor, çok duman oldu" şeklinde yansıyan bir anlaşmazlık meydana gelmiş, zaten senede bir zor yapılan böyle bir buluşma, jam sessionlar, iptal edilmiş. Canları sağolsun.

Salı, Mart 11, 2008

İkinci Rönesans

Millet Lost'a ve gizeme boğulmuşken, ben Animatrix'i daha dün izleyebildim. Yıllardır aklımda, harddiskimde hatta cd'lerimin arasında vardı ama bir türlü sıra ona gelememişti. Dün mesai sonrası koşu bandında bir saat ter döktükten, Espark'taki Göksu'dan lahana sarmamı boğduktan, Migros'a girip nöbetler için yok snickers, yok ruffles yok browni gold bir sürü alış veriş yaptıktan sonra misafihaneye döndüm ki saat daha 10'du. Baktım diske, hah dedim, şimdi Animatrix zamanıdır. Hikayeyi bin defa konuşmuş, okumuştuk fakat gene de seyri ayrı bir keyif verdi. Regenerative AI, kendini yartabilen, hatta geliştirebilen yapay zeka ve meteforlarla bezenmiş bir çizgi film. Çağdaş felsefenin çizgi ile buluşması veya "gerçek nedir?".